Hasretin dili

Saatler tam hasreti gösterdiğinde,
Güneş Sakar’dan batıyordu.
Serçeler “cik, cik” değil,
“hasret hasret” ötüyordu.
Kumruların kanat çırpışından,
Kırlangıçların şuursuzca uçuşundan
“hasret” sesleri geliyordu.
Hani o her dilden konuşan bir kuş vardı;
“Ayşe” der, “Fatma” der, hatta “miyav” derdi.
O da artık sadece “hasret, hasret” diyor,
başka bir dil konuşmuyordu.
Cırcır böcekleri adını değiştirdi,
Tevekkeli onlar da konuşuyordu hasretin dilinden.
Okumaya devam et Hasretin dili

Yaşanan tek masal aşk; unutulacak

Yeni bir şey doğacak
görüyorum;
Şark’tan değil,
belki Garp’tan da değil.
Kuzey, Güney hiç değil,
arzın merkezi de değil.
Bilinmez yaşamların
kaybolmuş umutlarından.
Güneş gibi de değil,
yaşanmış aşkların küllerinden,
yaşanacakların düşlerinden
doğacak.

Bir sevi
“seviyorum”,
bir acı
“sevmiyorum”
harmanından doğacak.

Bu kaçıncı doğuş,
diye sormayın.
Belki milyon kez,
belki son,
belki de ilk kez doğacak.
Her doğuş ilk heyecan,
her heyecan bir aşk;
yaşar kendi vadisinde
sallana sallana,
kanata kanata.
Bazen diker bayrağını zirveye,
bazen siler kılıcını yüreğine.
Aşkların masalıdır bu.
Ayaktakinin yürekteki kanı
görmesidir aşk.
Kanlı yüreğini
avucunda sunmasıdır aşk.

Tüm ayrılık türkülerini unuttum,
veda havalarını da.
Karşılıksız aşkların
hüzünlü şarkılarını da unuttum.
Bir yol biliyorum.
O yolun sonunda aşk.

Gecenin uykusuz bir saatinde,
dolmuş bir gözün
yıldızlara kaçan anında,
titrek elin
yalnızlığa çarpışında,
ilk kez çıkan bir sesin
boğuk tonunda,
direnen tüm sözcüklerin
sessizliğinde,
kapanırken koca demir kapılar
yırtılmış bir çivi deliğinde,
masal biter aşk başlar.

Aşk an’lara sığmaz.
Aşk görmektir,
aynı şeye bakabilmek tek duyguyla.
Aşk hissetmektir
ve onu taşımaktır
alın aklığında.

Yorulduğunda tutmak,
düştüğünde kaldırmak,
giderken,
son kez bakabilmektir aşk.
Dün için an’ı yaşamak,
an için,
yarını düşünmektir aşk.

Paylaşamanın mutluluğuyla,
kaybetmenin korkusunu
aynı anda duyumsamaktır
aşk.

Bu değildi
henüz yazılamayan o şiir.
Belki de hiç yazılmayacak;
aşk masalları tarihinde
sadece imge olacak.
Yazıldıkça yeniden doğacak.

2009

Gün günü tutmaz iken 2

garip bir ikinci gün

gerçek ile düş
yaşam ile ölüm arası bir an
geçiyor zaman
içimde sen, yanımda sen
çıkmışız dünyaya
yeni doğmuşum ben.

tam seçemiyorum
sanki bir kıyı kasabasında
kışa inat
bahar başımızda
kumsal boyunca yürüyormuşuz
deniz karşımızda
güneş nasıl da yakıyor
şubat kararıyor.
daha neler yaptık kim bilir
deştik ilk acılarımızı
kumsal uzun
balık ve bira
o şubat sıcağında.

aynı gün, belki de
başka gün
yarın, hatta dün
bilinmez bir zaman
tenha bir an
yine yan yanayız
yağmur vardı bak hatırladım
vapur, deniz
rıhtımdayız
tek beden olmuşuz
içimde mi, dışımda mı
belirsiz
gözlerine karışmış
yağmur ve deniz.
***
bir meydan okuyuş
bir isyan
tüm eski dostlara karşı
başkaldırı
zamanın durduğu an
koskoca bir mekan
o küçük tutuş
belki çarpma
değil hiçbiri
meydan okuyuş
o an
yazıldı aşklar tarihine
en temiz harflerle.
***
gece mi, yoksa akşam mı
serin mi, soğuk  mu
bir tepe, istanbul tepesi
gelme dedin
geldim
işte karşındayım
sigaran ve çayın
sigaram ve çayım
dokunulmaz bir uzaklık
sen orada
ben burada
aşkı yaşıyorum
artık giderim.
***
bu bizim destanımız
isimsiz
tüm eski destanlar
mahcup ve  sessiz
belki de utandırır
bu garipliğimiz.

2009

Gün günü tutmaz iken 1

garip bir günlük

dur, gün!
başlama daha, olmasın sabah.
oysa yatalı dakikalar oldu.
gelmesin sabah.
uykudan değil, uyumadım ki
sevinçten açtım gözlerimi.
gözlerim, ağu olmuş
yakar beynimi.

ne yaptım ben yine!
bak yine senin yerine, düşündüm gözlerimi
gözlerim, hain gözlerim.
işte şimdi, önce yanımdasın
giydiriyorsun beni
neyimi?
sevincimi, coşkumu, hüznümü,
ve şimdi neredesin?
içimdesin.

artık başlamalıyım bir günüme daha,
içimdekiyle…
ben tıraş  olurken,
sen yüzümü yıkıyorsun.
tam montumu giyerken
zıplayıp, kıvrılıveriyorsun
kapüşonumun içine.

nereye gidecektik?
önce biraz sevinç alacaktık,
hani ya gece biraz fazla kaçırmıştık.
biraz da hüzün;
hüzün saatimiz için.
canım benim,
bir kahve içseydik.
kuşluk vakti türk kahvesi,
belki bir falcı da geçer.
inanmıyoruz ama, bayramımız olsun.

ama önce dur!
bir günaydın demeliyim
kime?
sana, uzakta olan sana.
ve öyle bir günaydın olmalı ki,
eski günaydınlar utanmalı günaydınlığından…
bunu isteme benden
‘ne dediğimi’
kıskanırsın seni, senden.

aman tanrım!
bak o kadife, masum,
buram buram hüzün kokan
sesini duydum.
sanki ilk kez bir sesle tanıştım.
sildim hafızamdaki tüm sesleri,
kirletmesinler sesini.

canııııım!
dur bir bakayım yüzüne
hayır küsme.
bak seninle, uzaktaki seninleydim,
sen yüreğimdeydin…
ve işte yine beraberiz
o uzakta, sen içimde.
ne yapacaktık şimdi?
bir sürü hay huy
ve her hay huyun içine,
yerleştiriyorum seni sessizce.
kimse de bir şey anlamıyor…
fakat, gazeteci çocuk
dikkatlice bakıp yüzüme
abi’ diyor,
‘bu sen değil başka sensin.’
hay allah, açık mı verdim ki,
seni görmeye çalıştı.
hayır göstermem,
kime ne ki?..
gözlerim öyle parlamış olmalı ki,
bindiğim taksinin şoförü
‘piyango idaresine mi gidiyoruz?’ dedi.
gülümsedim.
kapısından geçerken
bana su teklif eden yaşlı kadın ise,
sanırım çok solgun gördü
yüzümü…
ve diğer gerekli gereksiz tüm an’larıma,
taşıyorum seni,
bir kuş gibi.
başımda dönüp duruyorsun,
ben yürüsem uçuyor,
dursam konuyorsun.
nereye?
tam yüreğime…

hani seninle kırlara gidecektik
geciktik.
kır çiçeklerinden taç yapıp
oturtacaktım,
buğulu gözlerinin üzerindeki
açık alnına.
bak bugün de gidemedik
mahcubum sana…

yine geldi hüzün saatimiz.
iyi ki sabah fazla almıştık.
şimdi tüketelim bolca
içimizden geldiği gibi.
hatta istersen birazda
gözyaşıyla çileyelim,
bugünkü hüznümüzü.
ama dur, az içimde.
o daha da hüzünde.
biliyorum,
çünkü ben bu saatleri
senden değil,
ondan öğrendim…

paylaşma saatimiz;
her şeyimizi yatırıyoruz masaya
itina ile.
geçmişi, günümüzü
yaşamı
ve ölümü
yerleştiriyoruz
bu garip saatimize.
hepsi bizim…

işte yine akşam oldu
olmaz diyordun.
hayııır, çalmadım bu dizeyi,
abbas çaldı.
oysa ben çok önceden de söylemiştim
akşamın karamsarlığını…
gel canım,
biz seninle uzaklaşalım bu zamandan
gidelim eski zamanlara.
biraz hesap soralım,
bizi yok sayanlara.
sonra yine başlayalım an’ımızdan.

daha gecemiz de var unutma
hemen erkenden yatma
belki biraz şarap,
belki kanyak,
az da olsa atacaktır
üzerimizdeki bu rehaveti…
usulca sokul bana
ağacın kovuğuna girer gibi
kaybol sonra.
ete kemiğe inat
can verelim sevdamıza.

canlarım benim,
bak işte beraberiz
sen ve sen,
ve ben
ne kadar da çok benziyorsunuz
sen ve sen.
lütfen, ama lütfen
hiç ayrılmayalım.

ay’la yıldızın,
güneş’le dünya’nın,
toprakla ağacın,
denizle balığın,
ve tıpkı bizim
sevdamızın
ayrılmazlığı gibi,
hiç ayrılmayalım…
ben şimdi çıkıyorum
yalnızlığıma.
ansızın döneceğim
varlığına…

2009

geleceğim

kapağı kırık,
camı çatlak
köstekli saatin,
yelkovanı yorulduğunda
geleceğim.

gri bir perdenin
atlas libas gökyüzünü
örtüp,
kızıla çalar gün dönümde
hep o aynı “an” da,
simavdan
geleceğim.

ay dolup da
balık oynadığında,
kederli bir yıldızın
okyanusa düştüğü an,
geleceğim.

birikmiş acılar kabarıp da,
geçmişin hüzün ve sevinçleriyle
harmanlanıp,
us’umuza  ırmak olup aktığında
geleceğim.

bir yürek yorgunluğu
belleğimi vurup,
kuş uçamaz kervan geçmez
bir amansız zamanda
ölümü beklerken
geleceğim.

…eskiden…

2009

düş/l/erim

seni gördüm düşümde
yine başını çevirdin senden yana.
gözlerine bakmak istedim
kaçırdın,
buğulu okyanusumu.
yüzüne uzandım
dokunamadım gamzelerine.
boynun, kuğumsu boynun
uzandıkça kısaldılar.

seni gördüm düşümde
yine ulaşamadım.

düşlerim, gece düşlerim,
uykulu düşlerim,
hep böyle oldunuz
yaşadıklarıma inat.
hayallerime inat,
o göründüğünüz üç beş saniyede
hep acı verdiniz,
bana inat.
size inat, yaşıyorum
gösterdiklerinizin tersini;
çok seviyorum.

2009