Adet günü

Otuz yılını verdiği devlet memurluğundan sonra emeklilik hakkını elde ettiğinde, öğretmenliğe devam edebilecek durumda olmasına rağmen emeklilik dilekçesini hiç tereddüt etmeden verdi Tahir. Oysa daha yaşı altmış bile değildi. Tüm birikimini, memurluğunu da yaptığı İzmir’in uzak bir köyünün yeni yerleşim bölgesinde küçük bahçeli, müstakil bir eve yatırdı.

Tahir üç senedir burada yalnız yaşıyordu. Eşini amansız bir hastalıkta kaybedeli beş yıl oldu. İki kızından birisi doktor olup İstanbul’a gitti, diğeri de İzmir’in merkezinde avukatlık yapıyor. Çok sık olmamakla beraber onların ziyareti ve yılda bir kez de Ankara’da yaşayan annesi, babası gelip yanında birkaç hafta kalıyorlardı. Onun dışında Tahir şehir curcunasından uzak bu evde yalnız yaşıyordu. Sınırlı sayıda komşusuyla bahçede, yolda karşılaştıkça sohbetler ediyor, zamanını bahçesi ve kitaplarıyla geçiriyordu. Yakınlarda alış veriş yapacak bir dükkân bile olmamasına rağmen, bu evde huzurlu bir yaşam sürüyordu.

Hassas bir karaktere sahip ve insan ilişkilerinden yeteri kadar muzdarip olmuş Tahir, toplumdan, insanlardan ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın, hiç olmayacak olaylar, olmayacak işler bu ücra köyde bile onu bulurdu. Kaçarken yakalandığı bazı olaylar başını ağrıtsa da, bazılarında eğlenir, bazıları ise ilginç şekilde sonuçlanırdı.  İki komşu arasındaki sorun,  evini tamir ettirdiği bir ustayla yaşadıkları, çevrede yaşayan hayvanlarla geçirdiği mesai, aile içi tartışmalar gibi sıradan her yerde olabilecek birçok olay, olağan seyrinden çıkar çıkmaz ilginç bir şekilde Tahir’i de içine alırdı. O her defasında bu kokuyu alır, “bu defa uzak duracağım” diye düşünür, ama bundan kaçamazdı. Olaylar zinciri başladıktan sonra da, nasıl sonuçlanacağıyla ilgili tahminlerde bulunur, olası sonuçlar üzerine “bu işten Mehmet Bey haklı çıkarsa kendime rakı hazırlayacağım, Rasim Bey haklı çıkarsa gazoz içeceğim” gibi tek kişilik bahisler açardı. Tahir’in mülayimliği, sessizliği, yalnızlığı, dedikodulardan uzaklığı, çevrede yaşayan insanlar için, onun tüm uzak duruşlarına rağmen bir çekim oluşturuyordu. En olmayacak sorunlarını bile gelip ona açar, onun tavsiyelerini dinlerlerdi.  Zaten az olan eski arkadaşlarıyla ayda yılda bir, bir araya geldiklerinde, karıştığı ya da şahit olduğu olayları onlara anlatmak eşinin ölümünden sonra ona iyi gelen şeylerden biriydi. Bu yaşananlar,  toplum içinde çoğunlukla görülen sıradan olaylar olmasına rağmen, içine Tahir’in giriş şekli ve onun yakaladığı kritik ayrıntıları ondan dinlemenin ayrı bir tadı olduğuna kimse itiraz etmezdi. Bazen anlatılmayacak derecede özel şeyler olduğunda Tahir’in yaptığı naif sansürler, ciddi bir merak konusu olsa da kimse ses çıkarmazdı. O kısımlar başka insanlarla yaşanmış olsa bile Tahir’in özeliydi artık. Okumaya devam et Adet günü

Samsung; markanın “büyük”lüğü kimseyi aldatmasın…

Yaklaşık bir buçuk senedir yaşadığım buzdolabı sorunu, uzun bir “şikâyet var” yazısını zorunlu hâle getirdi. Elbetteki şikâyetimi bu yazıyı okuyacak sınırlı okurlara yapmıyorum. Ama en azından aynı olayları yaşamamaları için belki bir referans olabilir düşüncesindeyim.

Öncelikle, beyaz eşya alırken rutin olarak verilen, “2 yıl Garanti”, “3 yıl Garanti” gibi pazarlama yöntemlerine hiç itibar edilmemesi gerektiğini öğrendim. Firmalar tarafından verilen bu rutin garanti süreleri, normal koşullarda o süre içinde, o ürünün arıza vermediği sürelerdir genellikle. Eğer bir kullanıcı hatası yoksa ürünlere garanti süresi içinde herhangi bir şey olmuyor. Olduysa da arızayı, kullanıcı hatası adı altında yapılan tamiratı ücretlendiriyorlar. Ürünler genellikle,  rutin verilen garanti süresinin hemen ertesinde arıza vermeye başlıyor. Bazen birinci yılında, bazen ikinci yılında. Bu nedenle garanti süresine ek olarak teklif edilen, “+Garanti”yi satın almakta fayda var. Aldığınız ürünün fiyatını ortalama yüzde on yükseltse de, ileride çok işe yarayacağı aşikâr.

Bu tecrübeyi test etmemiş biri olarak, 05.03.2014 yılında yeni aldığım Samsung marka buzdolabının montajını yaptırdım. Dolabı 2018 yılının Mayıs ayına kadar sorunsuz olarak kullandım. Mayıs ayının sonlarına doğru, dolabın arka bölümünden damlalar halinde su geldiğini fark ettim. Biraz daha dikkat edince, su damlalarının dondurucu bölümünün altındaki aydınlatmanın kenarlarında da olduğunu gördüm. Dondurucu bölümünün içinde anormal hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine servis çağırdım. Garanti süresinin bir yıl iki ay geçtiğini de o zaman fark ettim.

Servis 02.06.2018’de geldi, dolabın içini açtı, kontrolünü yaptı ve raporuna şunu yazdı: “Yapılan ziyarette buzdolabı dondurucu evap rezistansı arızalı olduğu görülmüştür. Rezistans yenisi ile ücretli olarak değiştirilmiştir.” Bu tamir için 275 TL. ödeme yaptım. Ödediğim bu paraya üzülsem de, dolabımın yapıldığı için sevindim.

Buzdolabım yedi ay sonra, 17.01. 2019 tarihinde yine aynı arızayı verdi. Yalnız bu defa, servis gelinceye kadar buzdolabı evin ana sigortasını da attırdı. Sigortayı kaldırdıkça atıyordu. Servis yetkilisi geldi durumu anlattım;“yedi ay önce yine aynı şeyi yapmıştı ama, o zaman sigortayı attırmamıştı” dedim. Yine dolabı açtılar ve bu defa rezistansı buzların içinden parçalanmış olarak çıkardılar. Buzlanma çoğalınca rezistans içinde kalmış ve parçalanmış. O nedenle kısa devre yaptırıp, sigortayı attırıyormuş. Ben tabii bu duruma tepki gösterdim,“bu kadar sürede neden aynı arızayı veriyor, niçin yapılamıyor, bu durum hep böyle devam mı edecek vs”. Servis yetkilisi, “şimşek düşmesi ve başka sebeplerden dolayı,  eve gelen elektrik akımındaki değişikliklerin neden olabileceğini, eğer akım koruma aleti kullansaydım bunların olmayacağını” söyledi. Bir de “eğer bu arıza, parçanın son değişiklik tarihinden sonra altı ay içinde olmuş olsaydı, parça garantisi hakkımı kullanarak ücretsiz değiştirebileceklerini, ama altı ayı geçtiği için ücret almak zorunda olduklarını” söyledi. Bunun üzerine bir akım koruma alırsam servis ücreti yazmayacaklarını sadece, rezistans ve akım koruma  bedeli alacaklarını teklif etti. Çaresiz kabul ettim. Rapora şöyle yazıldı: “Yapılan kontrolde cihazın rezistansında kaçak olduğu ve bu sebepten dolayı sigorta attırdığı anlaşıldı. Rezistans değiştirilerek sorun giderildi.” Servis ücreti almadıkları için rezistans ve akım koruma için 250 TL. ödedim.

Aradan üç ay bile geçmedi.Nisan ayının başından aynı şeyler tekrar etti, yine su damlaları geldi ve arkasından sigorta attı. Sanırım artık arızayı kanıksamıştım ki, bir an için bu arızaya üzülmedim; çünkü sorun aynı ve henüz altı ay olmadığı için bu defa parça parası alamayacaklardı. Ama demek ki, arıza nedeni akım koruma olmadığı için değilmiş. Daha başka bir sorun var ve bu sorunun nedenini sormak için 09.04.2019 tarihinde gelen servis yetkilisini bekledim. Artık onlarda şaşkındı, çünkü arıza aynı ve arıza aralığı gittikçe azalıyordu. Bu defa servis sahibiyle birlikte geldiler. Açtılar, yine rezistans parçalanmıştı. Uğraştılar, uğraştılar nedenini bulamadılar. Servis sahibi araçlarından bir alet getirdi ve eve gelen voltajı ölçtü. Ve heyecanla sorunu bulduğunu söyledi; trafodan gelen elektrik olması gerekenden yüksekmiş. Bu yükseklik sürekli olduğu için akım koruma da görevini yapamıyormuş. Hemen elektrik idaresine dilekçe verip, trafodan gelen akımı kontrol ettirmem ve şu an 245-250 aralığında seyreden voltajı, 220-230’lara çekilmesini sağlamam gerekiyormuş. Hatta voltaj ölçer ekranındaki görüntülerin fotoğraf ve vidolarını çektirip, gerektiğinde kanıt olarak kullanabileceğimi de söyledi. Rezistans parça garantisi kapsamında ücretsiz değişti. Rapora ise şöyle yazıldı: “Yapılan kontrolde defrost rezistansı parçalanarak devredışı kalmış. Suluk gideri kontrol edildi. Üründe rezistans değiştirildi. 6 ay parça garantisi altında tüketiciden ödeme alınmadı.” Ödeme yapmadım ama, her arıza döneminde olduğu gibi, bozulacak şeyleri başka buzdolaplarına taşıma, bazı şeyleri atmak gibi sorunları yine yaşadım.

Öyle yaptım. Elimde görüntülerle elektrik idaresine başvurdum. Aynı trafodan elektrik aldığımız konu komşuya anlattım, onların bozulan cihazları olup olmadığını sordum. Tabii önemli bir toplumsal sorun olduğu için herkesin ilgisini çekti. Geçmiş dönemde bozulan cihazlarından, ustaların bunu anlamadığından, elektrik idaresini nasıl böyle bir hata yaptığını falan anlatıp, dert yandık birbirimize. Ben çok rahatlamıştım. Artık sorunu kökten çözmüştüm. Üstelik sadece kendi sorunumu değil tüm trafodaşlarımın sorunlarını da çözmüştüm. Elektrik idaresi, iddiamı ciddiye aldı ve gelip trafodan voltajımızı düşürdü. Artık bu sorunu unutmanın vakti geldi demiştim ki…

Tam üç ay sonra, üstelik yaz ayında yani Temmuz’un başında, son yapılanlara rağmen gayri ihtiyari artık gözlerim sürekli dolapta bir acayiplik aradığı için, yine su damlalarını gördüm. Dondurucu bölümünün ön tarafında bir plastik menfez var, onu çıkartıp elimi soktuğumda, straforun üstünün buzlandığını fark ettim ve dolabı kapattım. Servisten 09.07.2019 tarihinde geldiler. Ben tabii çok dolmuştum, sürekli aynı arıza ve sonuçsuz kalmalar, dolap içindekileri taşımak, evden her ayrıldığımda “acaba yine dolap bozulmuş mudur kaygıları, iyice kâbus olmaya başladığı için çok yorulmuştum. Parça garantisinden yine yararlanıyordum. Fakat servis bu defa başka bir öneri de bulundu. Dolabın anakartını ve defrost sensörünü geçici olarak test etmek üzere değiştireceklerini söylediler. Eğer altı ay içinde tekrar aynı arızayı yapmazsa, bu parçaların ücretini ödemem gerektiğini, aynı hatayı daha kısa bir zamanda verirse, parçaları geri alıp, çıkan parçaları tekrar takmayı teklif ettiler. “Peki bu kesin çözüm mü?” dedim, “başka yapacak bir şey kalmadı, son şansımız” dediler. Kabul ettim, rapora şöyle yazdılar: “Yapılan kontrolde cihazın rezistansının arızalı olduğu tespit edildi. Sürekli tekrarlanan rezistans arızası üzerine cihazın ana kartı ve defrost sensörü değiştirildi.” Yaşananlardan sonra çözümün bu değişiklik de olmadığına inanarak kabul ettim.

Artık gün aşırı dondurucu bölümünü açıp, içindeki kapağı çıkartıp, buzlanma başlayıp başlamadığını kontrol ediyordum. Yirminci günde, buza dokundum. Hemen haber verdim servise. Ama gelmediler. Sonra şunu denedim, dolabı birkaç gün kapattım, buzlarını erittim. Sonra dondurucu bölümüne donuk olması gereken hiçbir şey koymadan 0 derece ayarına getirdim. Ve dolabı çalıştırdım. Aradan bir aydan fazla bir zaman geçti, ama buzlanma olmadı. Sonra test için ayarı yeniden dondurucu ayarına getirdim, aradan on beş gün geçince buzlanma yine başladı. Bu arada tabii, servis gelmiyor ama ben yaptığım testleri onlara telefonda anlatıyordum.  Gelseler de zaten ne yapacaklarını bilmiyorlar.

Buzdolabımın her bozulmasında, içindekileri komşu ve arkadaş dolaplarına taşımam artık o kadar alışıldık oldu ki, benimle karşılaşanlar, “nasılsın, iyi misin?” dedikten sonra, “dolabın yapıldı mı? sorusunu sorar oldular.

Bu koşullarda Ekim ayına kadar dondurucu bölümünü kullanmadan dolabı kullandım. Ama nihayet artık benim dolaptan ümidi kesmiş servise, “altı ay olmadan gelip, anakart ve defrost sensörünü alıp kendi parçalarımı takın, çünkü bu yöntem bir işe yaramadı” dedim. Nihayet servis Ekim ayının sonunda geldi. Ve dolabı götürüp içini açıp, kendilerinin bazı testler yapmaları gerektiğini söylediler. Tam o dönemde, on beş gün evde olmayacağım için teklifi kabul ettim, birkaç gün süre istedim, dolabın içindekileri konu komşuya, arkadaşların dolabına dağıttım. Ve dolabı teslim edip, bu işin on beş gün içinde mutlaka çözülmesi gerektiğini, döndüğümde hemen dolabı isteyeceğimi de sıkı sıkı tembih ettim. Kabul ettiler. Aradan bir hafta geçtikten sonra servis yetkilisini arayarak dolabın durumunu sorduğumda şu yanıtı aldım: Geçtiğimiz Pazar günü İzmir’de servisçiler eğitimi olduğunu, dolabın sorununu eğitim konusu yaptığını, firma yetkilileri dolabın açılmış şekilde ayrıntılı görüntülerini istediklerini, dolabın gövdesinde bir sorun olabileceğini, eğer öyleyse, 600 TL. ödeyerek dolabı yenisiyle değiştireceklerini söylediğinde, bayağı sevindim. Ancak böyle bir sonuç mağduriyetimi telafi eder ve mutlu olurdum. Aradan bir iki gün daha geçtiğinde, tekrar aradım servis yetkilisini. Arızanın dolabın gövdesinde olduğu kesinleşmiş. Samsung merkezden beni arayarak bilgilendireceklermiş. Nihayet her şey yoluna giriyordu, belli ki dolapta arıza dışı bir üretim hatası vardı ki, o nedenle çözüm bulunamıyordu. Bu arada ben eve döndüm ama dolapsız idare ediyorum. Zira bir türlü beklediğim arama olmuyordu. Nihayet 19 Kasım’da aradılar ama o anda araç kullandığım için birazdan kendilerine döneceğimi söyledim. Ben daha arayamadan tekliflerini Whatsapp mesajı olarak gönderdiler;  bana Samsung dört farklı model buzdolabı öneriyor; Birincisi için 1940 TL, İkincisi için 2120 TL, üçüncüsü için 2430 TL, dördüncüsü için 3115 TL. Rakamları görünce ben yıkıldım ve çok sinirlendim tabii. Rakamların arkasından da şu mesajı yazmışlar: “ÜCRETLİ DEĞİŞİM İÇİN ÖNERİLEN MODELLER VE FİYATLAR BU ŞEKİLDE İNCELEYİP HANGİSİNİ İSTİYORSANIZ DÖNÜŞ SAĞLAYABİLİRMİSİNİZ” Teklifin servis yetkilisinin verdiği rakamdan çok çok fazla olduğuna mı yanayım, verdikleri fiyatların yenisinin yüzde altmışına denk geldiğine mi yanayım, bir buçuk senedir bu dolabın bana çektirdiğine mi yanayım, artı garanti satın almadığına mı yanayım, Samsung’dan gelen mesajın büyük harfli ve hiçbir yazım ve imla kuralına uymadığına mı yanayım… O kadar yanacak ve sinirlenecek çok şey var ki. Ben yine de sükunetimi koruyarak telefon açtım ve tüm bu süreci özetleyerek, mağduriyetimin karşılığında böyle bir teklifi kabul edemeyeceğimi, bu rakamların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Maalesef hiç taviz vermedi. Bunun üzerine Samsung’un merkezini arayıp müşteri hizmetlerine de durumu anlatmaya karar verdim. Yine maalesef, müşteri hizmetleri yetkilisi daha da kaba, daha anlayışsız çıktı. Dedikleri şu, “garanti kapsamı bittiği için ancak bu kadar indirim yapabilecekleri”. Diyorum ki, “zaten garanti kapsamı içinde olsaydı ücretsiz değiştirmek zorundaydınız. Üründe belli ki, bir üretim hatası var ki, tamir edemiyorsunuz, sırf garanti kapsamını geçtiği için, bu hatayı görmezden gelemezsiniz”. Hiç dinlemediler ve “işime geliyorsa bu fiyatlara bu dolaplardan birini alabileceğimi, yoksa tekliflerini geri çekeceklerini” söylediler.

Onlara kabul etmiyorum diyerek hemen kestirip atmadım. Sakin kafayla birkaç gün daha düşündüm. 22 Kasım’da servise kendim gittim, belki onların yapabilecekleri bir şey vardır, şansımı bir de öyle deneyeyim dedim. Yapabilecekleri bir şey yokmuş. Servis yetkilisinin bana rakam bildirmesi (600 TL) bir hataymış. Zaten Samsung merkezden konuştuğum kişiler de, servisin bana verdiği bu rakama inanmadılar bile. Bana göre de servis yetkilisi, dolabın tüm arıza sürecini ve yaşadıklarımı bildiği için o fiyatı rahatlıkla telaffuz etti. Bunun üzerine buzdolabımın ana kartının ve defrost sensörünün bana ait olanlarını değiştirilerek dolabımın iadesini istedim. Dolap aynı gün akşam geldi. Servis yetkilileri de yaşadığım mağduriyetten ve sonuçlarından memnun olmadıklarını açıkça belli edip, merkezlerinin bana yapılan tekliflerinin çok yüksek ve kabul edilemez olduğunu da belirttiler. Dolabın servise gidiş gelişi için 80 TL ödedim.

Şimdi dolabımın dondurucu bölümünü kahvaltılık bölümü yaptım. Neyse ki, evde bir tanede sadece dondurucu bir dolabım var da(iyi ki Samsung değil), ikisiyle idare edeceğim artık.

Bu olayı tesadüfen karşılaştığım başka marka servis yetkililerine  de anlattığım da, teklifin çok yüksek olduğunu, sorunun üretim hatasından kaynakladığı için ücretli değişime gittiklerini, ama karşılığında garanti süresini geçtiği için çok cüzi bir rakam teklif etmeleri gerektiğini, hatta bazı firmaların bu gibi durumlarda garanti süresi geçse bile, müşteri memnuniyeti ve yaşananları telafi etmek adına yenisiyle değiştirebildiklerini söylediler.

İşte bu nedenlerle diyorum ki, beyaz ya da elektronik eşya alacağınız zaman, öncelikle Samsung’u eleyin, sonrasında ise kesinlikle “+Garanti” satın alın. Sakın ha, iki, üç, hatta beş yıl garanti belgelerine inanmayın. Çünkü her beyaz eşya da, garanti süresinin hemen bitiminde sizi servise muhtaç edecek arızalar, ya da üretim hataları olacaktır. Diyerek tarihe not düşeyim istedim.

Yazımı bitirdim ve son kez üzerinden geçmek için demlenmeye aldığım sürede içimde yine de bir eksiklik hissettim. Bu sorunu Samsung’un daha üst düzey yetkilileri öğrense belki de farklı bir sonuç olurdu diyerek, yazıyı olduğu gibi Samsung’un web sayfasındaki mail adresine şu ön notla 30 Kasım 2019’da gönderdim: “Sayın Yetkili, Buzdolabınızla ilgili yaşadığım sorunları, bloğumda yayınlamadan önce sizinle paylaşmak istiyorum. Belki mağduriyetime daha yetkili bir mevki çözüm bulabilir. Saygılarımla.”

Bir gün sonra bana şu cevap geldi: “Sayın ******* *** *******,

Bize ulaştığınız için teşekkür ederim. Ben Samsung Müşteri Hizmetleri Danışmanınız Abdullah. Size yardımcı olmaktan mutluluk duyacağım.

Tarafımıza iletmiş olduğunuz şikayetiniz yetkili birimlerimiz ile paylaşılmıştır. Yetkili birim tarafından aranılarak, tarafınıza bilgilendirme yapılacaktır.

İyi günler dilerim,

SamsungElectronics Türkiye
Müşteri Hizmetleri”

Bu mesajdan iki gün sonra telefon geldi. Şikâyetim üzerine arıyormuş, sorunu bir de benden dinlemek istemiş. Buraya yazdıklarımı özet olarak ona tekrar anlattım. Bana verdiği cevap şöyle oldu; “size verilen teklif Samsung merkezinin bu gibi durumlar için önerdiği genel bir tekliftir. Bunun dışında bir teklif söz konusu bile olamaz”. Ona şu cevabı verdim; “yani yeni bir şey söylemiyorsunuz, benim ürününüzle ilgili yaşadığım sorunların ve mağduriyetin çözümü için herhangi bir özel teklifiniz yok. Sadece bana maliyetine bir ürün satmak istiyorsunuz. Çünkü yaptığınız teklif, hatalı üründen dolayı müşterinin yaşadığı sıkıntıları telafi etmeye yönelik değil. Belki kâr/zarar hesabı yaptığınızı sanıyorsunuz ama yanlış bir hesap yapıyorsunuz.” Dedim ve görüşmeyi sonlandırdım.

Samsung yetkilisinin elinde böyle bir ayrıntılı açıklamaya rağmen “sizden tekrar dinlemek istiyorum” dediği anda aklıma yeni izlediğim bir dizi geldi. Dizi(Unbelıevable) de genç bir kız tecavüze uğruyor ve polis çağırıyor. Eve gelen birinci polis, olayın nasıl olduğunu soruyor. Sonra başka bir polis gelip o da olayın nasıl olduğunu soruyor, sonra kızı polis merkezine götürüp orada bir kez daha anlattırıyorlar. Tüm bunlar yetmiyor, tecavüz edilmiş kızdan başına gelenleri el yazısıyla yazmasını istiyorlar. Zavallı kız her defasında başına gelenleri tekrar tekrar hatırlayıp yaşamak zorunda kalıyor. Sonunda polis kıza inanmayıp, yanlış ihbar suçlaması yöneltip ceza veriyorlar. Aradan üç yıl geçtikten sonra seri tecavüzcü yakalanıyor ve bilgisayarında bu kıza da tecavüz ettiğine dair fotoğraflar da ortaya çıkıyor. Bu olay ortaya çıkıncaya kadar genç kız tecavüze uğramasına rağmen, yalancı damgasıyla yaşıyor. Samsung’un bana davranışı da bundan farksız değil. Mağdur ettiği yetmediği gibi tekrar tekrar başıma gelenleri anlattırıp, üzüntümü tazelemekten başka bir şey yapmadı. Umarım bu yazıdan sonra daha kimse bana buzdolabımı sormaz.

Bir buzdolabı sorunu için biraz fazla bir yazı oldu ama, belki bir gün işiniz yarar diye kenarda dursun isterseniz.

7 Aralık 2019

Son ümit

Adam tüccarlık yapıyordu. Son yıllarda işleri iyice bozulmuş, yaptığı yatırımlardan büyük zararlar etmişti. Önceleri durumu kurtarabileceğini düşünerek işlerini küçültmek istemese de, gittikçe her şey daha kötüye gidince onlarca işçisini işten çıkarmış ve bunların tazminatını ödeyememişti. Ticari alacaklılar, çalışanların açtığı tazminat davaları birikerek adamı içinden çıkılmaz bir çaresizliğe sürüklemişti. Aslında iyi niyetliydi. İşlerinin iyi olduğu dönemde ticaret yaptığı ve çalıştırdığı hiç kimseyi üzmemiş, herkesin hakkını vermeye çalışmıştı. Hatta işçileri ona o kadar saygı duyarlardı ki, “baba” derlerdi. Oysa şimdi hızla bitiyordu. En sonunda oturduğu evi de satmıştı durumunu kurtarmak için, ama bu da yetmemişti. Bu olaylar eşinin iki çocuğunu da alarak evden ayrılmasından başka bir işe yaramamıştı. Tutunacak dalları bitmek üzereydi. Okumaya devam et Son ümit

Duyargaçber ve Avha

Oldukça eski bir zamandı. Henüz teknoloji yoktu, elektrik, telefon yoktu, mektup, kitap, kitabe yoktu, devletler, ülkeler yoktu, dinler, ideolojiler yoktu, para, altın yoktu, duygular yoktu, akrabalık, aile yoktu, dünyada yedi kıta olsa bile, bizim bilgimiz yoktu. Denizde yüzen, havada uçan, karada dolaşan bir takım hayvan canlısı ve onlara dahil biraz insan vardık o zamanlarda. Ve o insanların kullandığı taştan, deriden, bitkiden ve ağaçtan birkaç alet vardı. Ateşi de yeni bulmuştuk, yeniden yakamayabiliriz diye yaptığımız ateş kafeslerine koruyuculuk ediyordu biraz güçsüzlerimiz.Genç olanlarımız ise ya avdaydık ya da orangutanlara, sırtlanlaraveya başka kabilelere karşı savaştaydık. Irmağa yakın bir vadide, sırtımızı verdiğimiz bir mağarada ve önünde ağaçlardan yaptığımız barınaklarda yaşıyorduk. Bizim kabilemizde on dört insan vardı. Sayı yoktu ama, var olan bilincimizle bunu anlayabiliyorduk. Başka yerlerde de bizim gibi topluluklar vardı. Bazılarının ateşi henüz yoktu, bazıları ateşleri sönse bile istedikleri zaman tekrar yakıyordu, bazıları farklı savaş ve ev aletleri de yapmışlardı. Aramızda yaptığımız her savaşta yeni bir şey öğreniyorduk birbirimizden.Kabilemizde, üçü yaşlı, sekizi genç, üçü çocuk olmak üzere, sekizi erkek, altısı dişi on dört ilkel insan yaşıyorduk. Okumaya devam et Duyargaçber ve Avha

Sular Kraliçesi Azmak

 

 

Çok eski zamanlarda denizin ve ovanın hemen yanından başlayıp, aniden dikleşen bir dağ varmış. Bu dağ görünüşte diğer dağlar gibiymiş ama aslında hepsinden farklıymış. Bu farkı hiç kimse bilmiyormuş. Dağın içinde hiç toprak yokmuş, sadece kayalar varmış. Kayaların arasındaki boşluklarda ise buz gibi sular dolaşıyormuş. Kayaların arasında dolaşan buz gibi sular yüzyıllar boyunca dolaştıktan ve yerin altındaki tüm boşlukları doldurduktan sonra artık gidecek yer bulamayınca yeryüzüne çıkmaya başlamış. Buz gibi sular, dağın dibindeki ovaya ve denize önce küçük sızıntılar halinde akmış, sonra akarsuya dönüşmüş.

İçi su dolu bu dağın ve buz gibi sularda yaşayanların bir de hikayesi varmış. Dağın içindeki suların nerelerde dolaştığını, neler yaptığını, hangi kayaların arasından geçtiğini ve daha başka her şeyi bilen bir sular kraliçesi varmış. Okumaya devam et Sular Kraliçesi Azmak

Yavrularım için

Altı bebekli bir anneyim ben. Başımızı sokacak, karnımızı doyuracak bir evimiz yok. Bebeklerin üçü boş bir evin merdiven altında, ikisi yaşlı bir ağacın dibindeki odunların altında, sadece bir tanesi sahibini buldu. Böyle yaşamımıza rağmen, doğumdan önce evlerin yakınından bile geçemezken, herkes beni kovalarken, şimdi yeni doğum yapmış genç ve alımlı bir kadın gibi dolaşıyorum sokaklarda. Bazen çağırıp yiyecek verenler bile oluyor. Gerçi, dengesizler sabah çağırıp yiyecek veriyorlar, akşama kovalıyorlar. Size anlatmak istediğim de bunlar işte.

Ne küçük ne büyük denilebilecek, içinde hafif siyah tüylerimin olduğu, kabarık kıllarıyla tilki kuyruklu bir sokak köpeğiyim. Belli bir bölgem yok, nerede bulursam orada karnımı doyuruyorum. Bir süre önce kızıştım ve birçok erkek köpekle çiftleştim. Doğum zamanı yaklaşınca nerede doğuracağımı, yavrularıma nasıl bakacağımı düşünmeye başladım. Bir evin arka bahçe kapısının beş metre uzağındaki ağacın dibine yığdıkları odunların altını bir hafta boyunca geceleri tırmalayıp oyarak, oldukça korunaklı bir yuva haline getirdim. Biraz daha uğraşarak, evin ters istikametinden görünmeyecek yönde kapısı olan yuvamı tamamladım. Doğumdan sonra birkaç gün çıkamayabilirim diye de aç kalarak ayırdığım yiyeceği yuvanın içinde toprağa gömdüm. Sonunda sancılarım geldi ve yuvaya girip altı yavrumu çıkardım. Göbeklerini kestim ve yedim. Onları yalayarak temizledim, emzirdim. Tam iki hafta hiç kimseye duyurmadan, arada çıkıp yiyecek bir şeyler bularak, yavrularımı besledim.

Yakınında bulunduğum evin arabası da yine ağacın altında tam yaptığım yuvanın yanındaydı. Araba çok fazla yerinden çıkmıyordu. Yuvada bulunduğum on beş gün boyunca üç defa çıktı ve hiç birisinde beni fark etmediler. Bazen bir erkek, bazen yanında bir de kadın oluyordu. Eninde sonunda bizi göreceklerdi ve bir gece bu oldu.

Aradan iki hafta geçince altı yavru hızlıca gelişti ve bu küçük yuvaya sığamaz olduk. İnsanlar ortalıktan çekildikten ve ışıklar söndükten sonra, geceleri onları dışarı çıkararak, arabanın altında rahatça emziriyordum. Bir gece, yavruların güçlü olanları ilk kez ses çıkartıp havlamaya çalıştılar. Mememle onları susturmaya çalışsam da korktuğum başıma geldi. Önce bahçenin ışığı yandı, sonra kapısı açıldı. Evin sahibi kadın ve erkek ellerinde el fenerleriyle sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyorlardı ki, yavrularımdan birisinin yeniden ses çıkarmasıyla, el feneri aracın altına ve bizim bulunduğumuz yere doğru yöneldi. Sahipsiz ve herkesin kovaladığı bir sokak köpeği olarak çok korktum ama, ağzında memelerim olan yavrularımı bırakıp kaçmadım. Onların arasında ise şu konuşma geçti:

Adam: Filiiiz, bir köpek yavrularını emziriyor arabanın altında.

Kadın: Ciddi misin Ümit? Ayyyy… Keşke başka bir şey dileseymişim.

Adam: Valla Filiz ‘bir köpek yavrusu olsa da sevsem’ dedin ama, burada bir tane değil, bir sürü yavru var.

Kadın: Evet yaa. Nasıl, ne zaman gelmişler buraya?

Adam: Bilmiyorum ama başımıza büyük iş çıktı sanırım. Neyse şimdi korkutmayalım, sabah bakarız.

Diye konuşup evlerine girdiler. Biz köpeklerin insan konuşmalarını anladığımızı Bulgakov’un “Köpek Kalbi” ve Sezgin Kaymaz‘ın “Kün” kitabından zaten bilinmesi gerektiğini düşündüğümden bu konuda ayrıntıya girmeyeceğim. Evlerinde hakkımızda neler konuştular bilmiyorum. Veballeri, günahları boyunlarına. Fakat beni bir kara düşünce aldı. Yarın ne olacaktı? Beni kovalayıp, yavrularımı atabilirlerdi. En çok bundan korkuyordum. Olan olmuştu gecenin ilerleyen saatlerine kadar yavrularımı emzirdim ve sonra yuvaya taşıdım.

 Yavruların sadece birisi çok güçsüzdü. Onu ben ağzımda soktum yuvaya, diğerleri peşimden girdiler ve uyudular.

Sabah adam çıktı. Ben yuvanın içindeydim ama, tilki kuyruğum dışarıdan tüm heybetiyle görünüyordu. Adam önce arabanın altına baktı, sonra beni görünce, esas yuvanın burası olduğunu anladı. Hemen arabaya bindi ve uzakta bir yere park etti. Sonra geldi ve beni kovaladı, ama vurmadı. Yavrularım viyaklamaya başladı, ben uzaklaştım. Uzakta bir ağacın altından olacakları izlemeye başladım. Eğer yavruları alırlarsa takip edip nereye atacaklarını görecektim.

Uzaktan gördüğüm kadarıyla, adamın yanına kadın da geldi. Yuva çok dar olduğu için yavrulara uzanamıyorlardı, belki de biraz ürküyorlardı. Yavruları çağırmış olmalılar ki, en kuvvetli iki yavrum dışarı çıktı. Önceleri dokunmaktan çekinseler de, sonra sevmeye başladılar. Bu hareketleri beni çok mutlu etti. Yavrularım yaşayacaktı. Sonra eğilerek diğer yavruları görmeye çalıştılar ve sonra arabalarına binip gittiler.

Şimdilik yavrularım kurtulmuştu ama benim işim daha zorlaşmıştı. Doğumu orada yapmış olduğum için bana kızgın olmalılar. O nedenle birkaç gün onlar varken ve gündüzleri yavrularımdan uzak durmam en iyisiydi. Yavaş yavaş kendimi onlara alıştırabilirsem, hem beni kabullenir hem de beslenme sorunumu çözebilirdim.

İki gün sadece geceleri onların ışıkları söndükten sonra yuvaya girip yavrularımı emzirdim ve güneş doğmadan oradan uzaklaştım. Bu arada altı yavrunun da orada kalmasını doğru bulmuyordum. Bir kısmına kalacak başka güvenli yer bulmalıydım. Bu durumu komşularım yanlış yorumladı. Yakındaki çalıların altında saklandığım ve beni görmedikleri bir zamanda aralarında şu konuşma geçti:

Kadın: Orospu. Böyle annelik mi olur? Biz gördük diye bıraktı gitti.

Adam: Başımıza tam bela aldık Filiz. Ne yapacağız şimdi? Tam altı tane yavru var ve çok tatlılar.

Kadın: Kendilerini kurtarıncaya kadar besleyelim ve birilerine vermeye çalışalım. Yapacak başka bir şey yok.

Bana orospu dedi. Kendisi belki elli yaşında. Elli senede en fazla iki çocuk büyütmüştür. Marifet sanki. Ben mi istedim bir defada altı yavruyu? Oldu işte ne yapabilirim ki? Erkek köpekler dölünü bıraktıktan sonra bir daha tanımadılar bile beni. Belki iki, belki üç baba vardır hatta belki de dört. Kızışmıştım ne yapabilirim ki? Kim yanaştıysa çiftleştim, bu da bizim doğamız işte!

Altı yavrumun burada kalması sorun olabilirdi. En iyisi üçünü bulduğum boş evin merdiven altına taşıyayım bu gece. Yakınlarda insanların yaşadığı evler de var. Aralarından yavrularımı sevip besleyecekler çıkabilir. Hem bu sayede benim karnımın doyması ve süt yapmam da daha kolay olabilir.

O gece güçlü üç yavrumu yakınlardaki merdiven altına tek tek taşıdım. Doğurduğum yerde en güçlü ve büyük yavrumun yanında, en güçsüz ve ölebilecek durumdaki yavrumu, bir de normal ve yüzü çok güzel, albenisi olan yavrumu bıraktım. Ertesi gün yeni götürdüğüm yerdeki yavrularımın insanlar tarafından beslendiğini gördüm. Bu beni çok sevindirdi. Çünkü doğurduğum yuva çok dardı ve oraya giriş çıkışım zor oluyordu. İnsanlar geldiğinde oradan uzaklaşmak da oldukça güçtü. Güvenliğimi tehlikeye atıyordum. O nedenle en zayıf ve ölebileceğini düşündüğüm yavrum dışındaki iki yavruyu da oraya taşımaya karar verdim. Lakin yuvaya geldiğimde, en güzel yavrumun olmadığını gördüm. Demek ki o yavrum kendisini kurtarmıştı. Sadece en güçlü yavrumu alarak bu yuvadan uzaklaştım.

Ertesi gün yiyecek bulamadım ve çok aç kaldım belki eski yuvadaki yiyecek kabında yiyecek vardır diye oraya gittim. Uzaktan kadın ve erkeğin zayıf, küçük ve kara yavrumu sevdiğini gördüm. Onlar görmeden biraz yaklaşarak konuşmalarını dinledim:

Kadın: Bak, dün tir tir titriyor, ayakta duramıyordu ve ölmek üzereydi. Yalnız kaldığı, annesi de gelmediği için çok üşümüştü ve açtı. Gece kolinin içine minder koymamız iyi oldu. Sütü de içince bugün canlanmış.

Erkek: Evet ya Filiz. Dün o halinde sevimsizdi ama, bugün çok tatlı olmuş.

Kadın: Annesi bunu götürmezse, bakmak için de kimse almazsa, biz mi beslesek acaba?

Erkek: Aynı şeyi düşünüyorum. Gerekirse besleriz. En azında kendi başına karnını doyuruncaya kadar bakıp, sonra bir bakım evine veririz.

Kadın: Anne de ne vicdansızmış. Hepsini taşıdı buradan, bunu ölüme terk etti.

Tam o sırada kızıştığım dönemde birlikte olduğum büyük kara köpek geldi yanıma. Oynaşmak istedi bir an hoşuma gitti, ona izin verdim. Seslerimizi duyup bize doğru baktılar. Adam yerden büyük bir taş alarak bana fırlattı. “Seni aşifte, yetmedi hala fingirdeşiyor musun?” diye de bağırdı. Ben kaçtım, taşı siyah köpek yedi.

Aynı gün akşam üstü tekrar gittim oraya. Hem yavrumun durumunu görmek, hem de yiyecek varsa yemek istiyordum. Yemek kabı boştu. Beni gören kara yavrum hemen memelerime saldırdı. Ona izin vermedim. Adam beni yine gördü ama bu defa taş atmadı. Yavrumu eline alarak bana doğru gelmeye başladı. Korktum, adam geldikçe ben kaçtım. Yavrumu yere bıraktı. Küçük karam beni görünce peşimden koşmaya çalıştı. Burası şu anda tehlikeliydi, hızla uzaklaştım. Adam sinirlendi, yerden bir taş alarak arkamdan fırlattı. Onlar bana çok sinirlenmişti ama benim ne düşündüğümü bilmiyorlardı ki.

Tek başıma beş yavruyu nasıl besleyeceğim? Onları beslemek için karnımı nasıl doyuracağım? Kimsenin yiyecek verdiği yok. Yemek artıklarını yiyebileceğim yerlere bile bırakmıyor, poşetleri sıkıca bağlayıp çöp bidonlarına atıyorlar. En bonkörleri iyice ayıklanmış balık kılçıklarını, tavuk kemiklerini veriyor. Yavrularım bundan habersiz kuru memelerime saldırıyor, çekiştire çekiştire süt arıyorlar. Bilmiyorlar ki, tüm yavrularımı doyurmaya çalışırsam hepsi birden açlıktan ölecek. İnsanların evlerine alıp sahiplendikleri de yok. Bir köpeğe bakmamak için kırk dereden su getiriyorlar. Alırlarsa da öncelikle erkek yavrularımı alıyorlar. O nedenle seçim yapmak zorunda kalmıştım. Öncelikle dişi yavrularımı beslemeliyim. Yaşama şansı zayıf olan yavrularımı en sona bırakmalıydım. Aynı yerde olursa önceliklerimi uygulayamazdım. Besleyebileceğim kadar yavrularıma başka yuva bulmak tek çaremdi.

Ama onlar da haklıydı. Ölecek diye bıraktığım yavrum kurtulmuştu. İyi bakmışlar küçük karama. Tek başına geceleri çok üşür. Ben buraya güçlü olan boz kardeşini de getireyim en iyisi dedim ve o gece taşıdım. İnsanlar her sabah başka bir manzarayla karşılaşıyor, yaptığım bu hareketlere anlam veremiyordu. Tekrar yavru sayısı ikiye çıkınca tepkilerini merak ettim. Onlara kendimi göstermeye karar verdim ve ağaçların arasından çıkarak kaçar gibi gitmeye başladım. Tam düşündüğüm gibi adam beni gördü ve bu defa kızmadığı gibi, “gel kızım, gel” diyerek seslendi. Anında durdum ve kuyruk sallayarak yanına yaklaştım. Ne olur ne olmaz diye ihtiyatlı bir şekilde yavrulara yaklaştım. Beni özlemişlerdi, hemen memelerime saldırdılar. Sanırım hem yavrularımla, hem bu insanlarla barışmıştık.

Artık altı yavrumun iki yuvası olmuştu. Birinde üç , diğerinde iki yavrum yaşıyordu. Yeteri kadar beslenemediğim için onları tam doyuramıyordum. İnsanlar da onları biraz besliyordu. Besledikleri zaman uzaktan izliyordum. İnsanlar uzaklaşır uzaklaşmaz, yiyecek kabında kalanları ben yiyordum. Yavrularıma bu konuda eğitim verdim. Dedim ki, “size verilen yiyeceklerini hepsini yemeyeceksiniz. Ara ara yiyormuşsunuz gibi yapıp insanları buna inandıracaksınız, birazını da bana bırakacaksınız. Onlar kalanını sonra yiyeceğinizi düşünerek yanınızdan uzaklaştığında ben gelip yiyeceğim. Yoksa size süt veremem”. Bu isteğimi yavrularım önemli ölçüde yerine getiriyor. Özellikle eski yuvadaki siyah ve yeni yuvadaki beyaz yavrum verdiğim taktiği uyguluyor ve benim payımı ayırıyorlar. Ama eski yuvadaki boz ve yeni yuvadaki alaca yavrum biraz obur olduklarından kendilerini kaptırıp yiyecek kabını bazen tamamen boşaltıyorlar. Ben de onlara az süt bırakıyorum. Ne kadar paa, o kadar köfte. Hayat böyle.

Şu anda keyfim gıcır. Mahalleli doğum yapmış köpek olduğum için artık beni kovalamıyor, arada yiyecek bir şeyler de veriyor. Yavrularım hızla büyüyorlar. Evlerde doğan yavruların tersine, çok sağlıklılar ve makarna, pilav, değişik yemek artıkları hatta tavuk kemiklerini bile yemeye başladılar. Kendileriyle ilgilenen insanlara oyunlar yaparak, onlara kendilerini sevdiriyorlar ve bağlanmasını sağlıyorlar. Bütün bu taktikleri onlara ben veriyorum; “yorgunluktan ayakta duracak haliniz yoksa bile onlar sizi çağırdığında çıkacaksınız ve hoşlandıkları hareketlerinizi eksiksiz yapacaksınız”. İlk yuvadaki kara ve boz yavrum bu konuda çok başarılı. Kendileriyle ilgilenen kadın ve erkeği o kadar etkilediler ki, ikisine de tamamen bakabilirler. Aralarında konuştuklarına göre; “bunlardan ayrılmamız çok zor olacak, hatta birisi bile olmaz, ikisine birden baksak mı ne yapsak?” diyorlar. Yavrularıma olan bu sevgileri bana bakışlarını da değiştirdi. Eskiden “o çirkin beyaz köpeğin yavruları”  diye tarif ederlerken beni, şimdi artık “annelerinin de kafası bakışları çok hoş, hele kuyruğu çok sevimli” diyorlar.

Çok garip şu insanlar. Altı yavruyla birden bire karşılarına çıktım. Onların gözünde yuva terk ettim, yavrularımı aç bıraktım, oradan buraya, buradan oraya taşıdım, sinirlendirdim, küfürler ettiler, taş attılar, sopayla vurdular. Geldiğimiz durumda, yavrumun birisi emin ellerde. Bu arada onu da ziyaret ettim. Çok büyük ve çocukların çok olduğu bir evde inek sütüyle besleniyor. Bahçelerinde bir manyak köpek daha var ama bağlı; alnı ve kuyruğunun ucu beyaz

olan gri yavruma zarar veremez. Neyse insanları anlatıyordum; yavrularımın öteki ikisi de şimdilik emin ellerde. En azından onlardan bu dönemde kurtulmayı düşünmüyorlar. Diğer üç yavrumun ise karınları doyuyor ve bana da yiyecek kalıyor. Ve benim salına salına ortalarda dolaşmama kimse ses çıkarmıyor. Kendilerini akıllı sanan insanlara öyle bir algı operasyonu yaptım ki, bütün mahalleyi parmağımda oynatıyorum. Bu yavrularımdan kurtulup da yeniden kızıştığımda ne yapacağımı artık daha iyi biliyorum.

***

Öykünün bitişini son anda yakaladım. Ben Ümit’im. Anne köpeğin anlattığı “Adam” yani. Anne köpeğin anlattığı olay bu kadarla kalmadı. Onun sonrasında yaptıklarını da anlatmak istiyorum.

Bir akşam büyük boz köpek ve siyah yavrunun yemeklerini akşam saat sekize doğru verdik ve eve girdik. O gün için artık yavrularla uğraşmak istemiyorduk. Bu olaylar ve yavrular zaten hayatımızı allak bullak etti. Anne köpek bize öyle bir sorumluluk vermişti ki, bunu en iyi şekilde yapmaya çalışıyor, hem yavruların beslenmesini hem annenin beslenmesini hesaba katıyorduk. Yavruları doyurduktan sonra annenin yiyeceğini de yavruların ulaşamayacağı bir yere bırakıyorduk. Anne köpek akşam veya gece gelip hem yemeğini yiyor hem de yavruları besliyor diye düşünüyorduk. Keza o akşam başka bir sorunla karşılaştık. Biz de olan gri alaca yavruyu bir komşumuz sahiplenince adına Bozo ve Küçük Kara dediğimiz iki yavru kalmıştı. Akşam mamalarını yedikten sonra Bozo, Kara’yı dövmeye başladı. Kara yavru ilk kez yuvada ciyak ciyak bağırıyordu. Saat sekiz buçuk gibi çıktım ve Kara’yı dışarı çağırdım ve sevdim. Daha sonra dışarı çıkan Bozo’ya da bağırdım ve hafifçe burnuna vurdum. Onları yuvasına sokarak tekrar eve gittim. Aradan daha beş dakika bile geçmeden küçük Kara yavrunun ağlayan sesi tekrar gelmeye başladı. Tekrar çıktım ve Kara’yı daha önceden yaptığımız ve içinde odunlar olan hemen yanındaki kulübeyi biraz düzenleyerek oraya koydum ve Bozo gelip orada da dövmesin diye kapısını kapattım ve tekrar eve girdim. Aradan daha on dakika bile geçmeden bu defa da Kara yalnız kaldığı için ağlamaya başladı. Belki tuvaleti gelmiştir ve oraya yapmak istemiyordur diye tekrar çıktım, kulübenin kapısını açtım dışarı çıkardım ve bir süre başında bekledim ve oynadım. Sonra tekrar kulübeye koyup eve döndüm. Aradan yarım saat kadar geçmişti ki, Kara tekrar ağlamaya başladı. Bu defa Filiz’le beraber çıktık. Kara’nın sorunu tuvalet ya da başka bir şey değildi. Yalnız kalmak istemiyordu. Biz de içimiz elvermese de Kara’yı esas yuvaya götürdük. Ama Bozo’yu da tekrar uyarmak istedik. Yuvaya gittiğimizde Bozo yoktu. Dışarıda olduğu zamanlar oynarken gittiği tüm yerlere baktık. Sonra el feneriyle çevredeki çalılıların içini, annesinin kullandığı yollara baktık, hiç bir yerde yoktu. Son ihtimal diğer yavruların olduğu yeri aradık ama bulamadık. Çaresiz geri döndük, küçük Kara’mız yuvada şimdi tek başına yatıyordu. Biz şaşkın şekilde eve döndük. Bozo’ya bağırmamız ve burnuna vurmamdan dolayı yuvayı terk ettiği, yabani bir hayvanın gelip onu aldığı, yalnız kalınca başını alıp bizim aramadığımız yerlere gittiği gibi senaryoları düşündük ve hepsi için de çok üzüldük. Sonunda Bozo kayıptı. Yaklaşık bir saat bu düşüncelerle geçti. Saat akşam on bir gibi tekrar Kara’yı bir kontrol edelim dedik. El fenerini aldık ve çıktık. Yuvada Kara, Bozo’yla birlikte uyuyordu. Bu sahne karşısında hem sevindik, hem şok olduk. Bu kadar ilgilenmemize rağmen bir şeyler oluyordu ve biz bunun nedenlerini çözemiyorduk.

Sabah olduğunda her şey normaldi. Önceki geceyle ilgili iki ihtimal düşündük: Bozo yalnız kalınca Kara’yı aramaya çıkmış olabilir diye düşündük. Zira el fenerleriyle ağaçların çalılıkların içinde gidebilecekleri her yere bakmıştık. O nedenle bu zor bir ihtimaldi. Bize mantıklı gelen ihtimal ise; biz Kara’yı tuvalet ihtiyacı olduğu için, dışarı çıkartıp tekrar kulübeye koyup eve döndükten sonra, Kara yarım saat ses çıkarmadı. İşte bu yarım saatte, anne köpek yuvaya geldi, boz yavrusunu yalnız kalmış görünce, kara yavrusunun başka yere gittiğini düşündü ve onu yalnız kalmasın diye diğer yavruların yanına taşıdı. Daha sonra yiyecek arayışı sırasında buraya tekrar geldiğinde kara yavrunun tekrar yuvada olduğunu gördü. Bu defa da, kara yavru yalnız kalmasın diye boz yavrusunu yuvaya tekrar taşıdı. Aklımıza başka da bir mantıklı bir açıklama gelmedi. Bu açıklamayı doğru kabul ederek, anne köpeğin önceki hareketlerini de bir mantığa oturtabildik. Bize sadece şapka çıkartmak kalmıştı.

Son olarak şunu da yaptı anne köpek; sonraki akşam balkonda oturuyorduk. Balkon yan duvarlarla çevrili bahçeye bakıyor. Bahçeden garip sesler gelince oraya doğru baktık. Anne köpek nasıl girmişse yan bahçeye girmiş, bize doğru bakıp, kuyruk sallıyor ve sanki konuşmaya çalışıyordu. “ne oldu kızım?” dedim. Biraz daha kuyruk salladı ve hızla uzaklaştı; “yaptıklarınız için teşekkür ederim” der gibiydi. Olay üzerinden aylar geçti, şaşkınlığımızı hala atlatamadık.

Haziran 2016

Tebliğcinin hükmü

Ağır suçlu bir hükümlüyüm. Mahkememi bekliyorum. Ne zaman olacak belli değil. Hiç kimseyle görüştürmüyorlar beni. Aslında görüşecek bir kimsem de yok. Yakalanmadan önce vardı ama artık yok. Kandırmıştım hepsini, önemli bir görevi yerine getirmek için, tam kırk yıl kandırdım onları. Önce bir kadın ve bir adam beni oğulları sandı. Sonra başka bir adam beni kardeşi, bir kadın eşi sandı. En sonunda bir çocuk da beni babası sandı. Hepsini kandırdım tam kırk yıl.

Çok eski bir tarihten geliyorum. Tebliğciyim. Tanrının gönderdiği peygamberler gibi değil, her şeyi bildiğini sanan filozoflar gibi de değil. Asırlar önce ölmüştüm ama dünyada olan biten her şeyi görüyor ve biliyordum. Yalnızdım. Dünyada değildim, yaşayanlar beni görmüyordu, sadece ben dünyayı izliyordum. Dinlerin dediği gibi öteki dünya gibi bir şey de değil. Bana göre öyle bir şey yok zaten. Öylesine hem tek başıma, hem de tüm insanlıkla, tüm coğrafyayla beraberdim. Baktım her şey çok kötüye gidiyor. İnsanlar vahşileşiyor, vicdansızlaşıyor, birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Daha da kötüsü dünyayı yok etmek üzereler. Ölmeden önce, yani asırlar önce bir şifacı bana bir ilaç vermişti. Demişti ki, “ölüyü bile diriltir”. Yanımda taşıdığım tek eşyam bu ilaçtı ve ondan kurtulmaya karar verdim. İlacı içerek kurtulacaktım ondan. Ve içtim. İnsanların içine karışıp onlardan biri gibi davranacak, güvenlerini kazanarak, basit bir insana özgü davranışlar gösterecektim. Unuttukları insanlığı dolaylı olarak tebliğ edecektim. Belki de ima edecektim sadece. Çünkü, herhangi bir misyonum da yoktu. İnsanlık hassasiyeti bu kadar zayıflamışken anlayan olur muydu bilmiyorum. Değer mi, değmez mi onu da bilmiyorum. Okumaya devam et Tebliğcinin hükmü

İnsan sarrafı

Sami oldukça yakın bir arkadaşımdır. Tanışıklığımız yirmi seneye dayanır. Tamircilik yapardı bir semt çarşısında. Dükkânın tabelasında sadece “Tamirci Sami” yazardı. Çünkü o kendisine getirilmiş onarılma ihtimali olan her şeyi tamir ederdi. Elektrikli ev aletleri, hatta radyo-teyp-elektrik süpürgesi gibi yarı elektronik aletler, çeşitli saatler, müzik aletleri, oyuncak gibi. Aklınıza ne geliyorsa Sami tamir edebilirdi. Hatta bazen, çocuklar kapıya bisikletleriyle gelip, “Sami Amca, bisikletimin zinciri çıktı, dinamosu bozulmuş, freni tutmuyor, yapar mısın?”  diye dil dökerlerdi. Eğer acil yetiştirmesi gereken bir işi yoksa, keyfi de biraz yerindeyse, masasından kalkıp, çocukların bisikletini bile onarırdı.

Sami sadece alet tamircisi değil, insan sarrafıydı. İnsanları gerçekten çok iyi tanırdı. Bir insanla yeter ki birkaç dakika konuşsun ya da onu izleyebilsin; Sami onun notunu verirdi. Verdiği bu notlarda genelde de yanılmazdı. Bu özelliğiyle de gurur duyar; “ben adamın koltuğunun altında kaç tane kılı var, onu bile bilirim” diye övünürdü. Okumaya devam et İnsan sarrafı

Sokağın adaleti

Adım Cenk. Mahallede benden bahsederlerken “Deli Cenk” diyorlar. Yüzüme karşı, “Cenk Abi”, “Cenk Baba”, “Cenk Kardeş”, arkamı dönünce “Deli Cenk”. Desinler, ziyanı yok. Haksız da sayılmazlar. Onlara göre normal olmayan bir hayatım var, normal olmayan davranışlar sergiliyorum. Onlara göre normal olmayan şeyleri yapanın, onlardan olamayanın “Deli” olmaktan başka şansı yok. Onlar “Akıllı” olduğuna göre…

Kırk iki yaşındayım.  Çalışmıyorum. Gün bulup, o gün yiyorum. Arada komşulardan yemek geliyor, arada esnaf yemek ısmarlıyor, arada ailemi de tanıyan eskiden beri mahallede yaşayan abiler üç beş kuruş atıyor. Allah razı olsun. Okumaya devam et Sokağın adaleti

Sinek

 

Hava, ne tam soğuk ne de sıcaktı. Kışlıkları giysem acaba rahatsız eder mi, yazlıkları giysem ayaklarım üşür mü diye kısa bir tereddüt geçirdikten sonra, kışlıkların gece serinliğinde ayağıma verdiği huzuru düşünüp kararımı vermiş oldum. Son kez etrafa göz atmak için geri döndüm. Tam çıkmadan önce, duş aldığım banyoda su kaldığını görüp çekçekle sildim. Bir an musluk damlatıyor sandım ve sıktım. Yüz havlusunun hafif kirlenmiş tarafının üste geldiği dikkatimi çekti, alta gelecek şekilde havluyu yeniden astım sinsice. Evden çıkmadan, yatağımın örtüsünün düzgün olup olmadığına baktım, içtiğim kahvenin fincanını hızla yıkadım, ocağı yanık bırakıp bırakmadığımı da kontrol ettim. Dış kapıyı çekip çıkarken, her defasında özenle iki defa kilitlediğim kapıyı, bu defa hiç kilitlemeden sadece çekerek kapattım. Hatta alışkanlıkla acaba kilitlemiş olabilir miyim diye de tekrar bir kez çevirip açılıp açılmadığını kontrol edip, kapıyı sadece mandalda bırakarak kapattım. Hafta sonu olduğu için okulun otoparkına bırakmadığım aracıma binip, hızla uzaklaştım. Okumaya devam et Sinek