2000’lerde izlediğim en iyi 50 yabancı dizi

2007’ye kadar da fırsat buldukça yerli diziler izlerdim. Sonrasında hayatımdan televizyonla beraber dizi izlemeyi de çıkarmıştım. Televizyon bir daha hayatıma girmedi ama, 2012 yılından sonra bilgisayardan yabancı diziler izlemeye başladım. Yabancı dizilerle, yerli diziler arasında ciddi bir tat farkı var. Yerli dizilerde, kurgulardaki mantık hataları, tekdüzelik, oyunculuk, hikâyelerin örgüsü gibi sorunlar fazlasıyla olmasına rağmen, yabancı dizilerde daha az. Sonrasında keşfettiğim İskandinav ve İngiliz, Yeni Zelanda, İspanyol yapımı diziler bu konularda çok daha başarılı. Her birinin farklı iyi özelliği var, her birinde farklı tatlar var.

Dizi izleme sürecim hızlı bir şekilde gelişince, izlediğim dizileri unutmamak için notlar almaya başladım. Bugün geldiğim durumda üç tanesi yerli olmakla beraber bitmiş ve devam etmekte olan yüz yirmi diziye ulaştım. Hazır 2020 gibi yeni bir on yılın başlangıcına gelmişken, en beğendiğim dizileri kısa notlar halinde önermek istiyorum. Önce “en iyi 20 dizi” olarak düşündüm, fakat 20 diziyi seçtiğimde, bana göre aynı kalitede daha fazlası olduğunu gördüm. 30 dizi olduğunda yine eksik kaldığını düşündüm, derken 50 diziyle bağlayabildim. Sıralamayı yaparken, en beğendiğim birinci dizi, ikinci dizi şeklinde değil, ilk yayın tarihine göre kronolojik olarak sıraladım. Ama her dizinin yanına 5 üzerinden bir not verdim.

Tabii ki, bu diziler sadece izlediklerim üzerinden yaptığım ve bana göre bir seçkidir. İzleyemediğim diziler içinde de, bunlar kadar, belki de çok daha iyi diziler olabilir. Okumaya devam et 2000’lerde izlediğim en iyi 50 yabancı dizi

La casa de papel; çav bella eşliğinde darphane soygunu

Son beş yılda doksana yakın yabancı dizi izledim. Bunların içinde bazıları var ki, “işte bu” dedirtti. İspanyol Alex Pina’nın yarattığı, La Casa de Papel (Darphane) dizisi de bunlardan biri oldu. Polisiye ve suç türünde çok dizi izledim ; The Wire, The Shields, Breaking Bad, Prision Break, Sons of Anarchy, Justified, The Night Of  gibi Amerikan dizileri ve Broen, Lilly Hammer, Forbrydelsen, Hapy Walley, Trapped gibi Slav ve İngiliz dizilerinin her birinden ayrı tatlar aldım. Zira, Top of the Lake diye bir Yeni Zelanda dizisi var ki, onu mutlaka yazmak istiyorum. Narcos’u saymazsam ilk kez bir İspanyol polisiye- suç dizisi izledim ve adeta su gibi aktı.

Her ne kadar polisiye türünde olsa da, bence biraz politik, biraz romantik, biraz aksiyonla karıştırılmış. Hatta polis ile suçlu arasında oynanan satrancı andıran zekâ gösterisi yanıyla psikolojik bir dizi demek daha doğru olur belki de. Aynı zamanda ciddi bir sistem eleştirisi olan dizinin şanssızlığı, popüler olması. Okumaya devam et La casa de papel; çav bella eşliğinde darphane soygunu

Demirkubuz’un “Yazgı” filmi ve kırmızıları

Film eleştirmeni değilim. Kendi çapımda bir film izleyicisiyim. Buna rağmen Zeki Demirkubuz’un 2001’de yaptığı ve dördüncü sinema filmi Yazgı’yı ikinci defa izledikten sonra içimden bu filmle ilgili bir şeyler yazma isteği kabardı. Bu isteğim filmi beğenmediğimden ya da Zeki Demirkubuz hakkında bir şeyler yazma isteğinden değil.  Filmin esinlendiği Albert Camus’nün Yabancı adlı romanının ve onun kahramanının tadını olabildiğince iyi yansıtmış olması beni yazmaya sevk etti. Gençlik yıllarımda etkilendiğim Varoluşçuluk felsefesini kavramama neden olan birkaç kitaptan biri olan Yabancı romanını bir filmde ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Eksiğiyle, fazlasıyla, biraz da romanın beğenmediği bölümlerine yaptığı değişiklikleriyle, zor anlaşılabilir bir felsefeyi sinema dilinin mucizevi gücünü kullanarak, rahat anlaşılabilir bir hale getirmiş Zeki Demirkubuz. Okumaya devam et Demirkubuz’un “Yazgı” filmi ve kırmızıları

Frınge

2012 yılında ilk dizi izlemeye başladığımda önerilmişti. İki bölüm izleyince sarmamış bırakmıştım. Aradan iki yıl geçip de artık yabancı dizileri didik didik aradığım dönemde en çok önerilenler listelerinde sürekli karşıma çıkınca, ilk izlediğimde tam anlamamış olacağımı düşündüm ve yeniden izlemeye başladım. Yirmi bölüm olan ilk sezonu bitiremeyeceğimi anlayımca onuncu bölümde bir kez daha bıraktım Frıng’i izlemeyi.

Aradan üç dört yıl daha geçti. Artık izleyecek adam gibi dizi bulamayacak duruma geldim. Bir iki sohbette yine bu dizinin adı geçince ve ben de diziyle olan olumsuz geçmişimi anlatınca beni ayıplayanlar bile oldu. Dizi yokluğunda bir kez daha baştan başlayarak izlemeye başladım. Birinci sezonu bitirdim, ikinci sezonu yarıladım. Maalesef dizi hakkındaki düşüncem değişmedi. Lost gibi bir dizinin yaratıcısının çocukça bir kurguyla ve neredeyse her bölümün otuzuncu dakikada sonu anlaşılan bir kurguya imza atmasına bir türlü anlam veremiyorum.

İzlemeyin demiyorum yine izleyin. Sonuçta ortada, kafayı yemiş sıra dışı bir biyoloji profesörü, onun pratik ve zeki oğlu ve FBI’ın sınırlarını zorlayan bir ajanın hikayesi var. Benim anlayamadığım bir şeyler vardır mutlaka, bazılarınıza oldukça ilginç gelecek.

Buyurun güzel yorumlardan bir kısmı.

http://www.beyazperde.com/diziler/dizi-3584/kullanici-yorumlari/

The Legend of 1900

Yönetmenliğini Giuseppe Tornatore’nin, müziğini Ennio Morricone yaptığı, başrolünde Tim Roth’un oynadığı, nedense bir türlü en iyi filmlerin ilk yüzünde bile bahsedilmeyen adı gibi efsane bir film.

Stefan Zweig’ın Satranç kısa romanında, gemide gerçekleşen eski bir mahkumla, dünya satranç şampiyonun bir oyunu vardır. O sahneyi alın bu filmde de neredeyse tamamı bir yolcu gemisindeki piyano sahnesiyle yan yana koyun…

1900 yılında gemide yolculuk yapan bir kadın doğum yapar. Fakat yeni dünya Amerika’ya giderken çocuğu yanında götürmek istemez ve kazan dairesinde “unutur”. O çocuk hayatı boyunca gemiden çıkmaya cesaret edemez. Gemi müzisyenlerinden piyano çalmasını öğrenerek yaşamını burada sürdürür.

Kalabalık fobisi, yalnızlığın dibi, müzik ziyafeti, yaşam felsefesi, dostluk vurguları mükemmel bir kurgu ve görüntüyle ve tabii, Tüm Roth’un muhteşem oyunculuğuyla birleşmiş. Yılda bir kez izlenesi bir film.