Türkiye’deki durum
“2019 yılı Aralık ayında Çin’in Vuhan…” diye başlayan Koronavirüs haber ve değerlendirmelerinden gına geldi. O nedenle bu statik açıklamaya gerek görmeden direkt konuya girmek istiyorum.
Virüs ülkemize Avrupa’daki birçok ülkeye göre biraz daha geç geldi. Salgına karşı ve hastalığın teşhis ve tedavisi için Sağlık Bakanlığı bünyesinde bir Bilim Kurulu kuruldu. Salgının Türkiye’deki etkisi ve sürecini bu şekilde takip ediyoruz. Açıklanan rakamlar ile gerçek rakamlar arasında bir farklılık olup olmadığını kesin olarak bilmememize karşın, bazı ölüm sebeplerinin Koronavirüs olmasına rağmen kayıtlara böyle geçmediği yolunda birçok spekülasyon var. Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği ölüm nedeni kodlarına Türkiye’nin uymadığı gibi haberler çıktı. Bazı ölümlerde bulgular Koronavirüs’ü işaret ederken, testin negatif çıkmasından dolayı (kaldı ki, testlerin her zaman doğru çıkmayabileceği konusu Sağlık Bakanı tarafından dillendirilmişti), ölüm nedeninin salgın olarak işaretlenmediği iddiaları var. Bu durum açıklanan rakamların sağlıklı olmayabileceği şüphesini arttırıyor.
Keza, Sağlık Bakanı’nın açıklamalarına göre sadece ülkemizde teşhisten sonra hastalara uygulanan ilaç tedavi kronolojisi farklı bir şekilde işletiliyor. Bu durum ölüm sayısının azalmasına rağmen, o hastalara kalıcı ne tür zararlar vereceği konusunda bir bilgi verilmiyor. Hastalarda geçici mi, yoksa kalıcı bir iyileşme olacağı bilgileri muğlak. Bu tedavi yönetimi ne kadar test edildi ve sonuçları nelerdir anlatılmıyor? Sağlık Bakanı’nın salgın henüz bu aşamadayken, çok iddialı söylemleri güven vermediği gibi bilimsel de değil. Aynı şekilde Bilim Kurulu üyelerinin önerilerinin ne derecede uygulandığı konusu da tartışmalı. Bilim Kurulu, halkın kontrolden çıkma tehditleriyle psikolojik baskı altına alınmış olabilir mi?
Yani ülkemizdeki durum anlatılanlardan daha kötü ve sonuçları çok daha ağır olabilir. Süreç tahmin edilenden daha uzun sürebilir. Buna hazırlıklı olmakta fayda var.
Bunları bana düşündüren şeyler var tabii ki. Cumhurbaşkanı’nın Koronavirüs’ün ülkemizde etkili olmaya başladığından sonraki ilk konuşmasında başlattığı ve sonrasında aynı minvalde devam ettiği, “salgını fırsata çevirme” anlayışı çok tehlikeli bir bakış açısı. Yine aynı şekilde, tüm dünyada salgından dolayı vatandaşına maddi yardımda bulunan devletlere rağmen, bizde bağış toplanması daha da ileri Kurtuluş Savaşı yılları koşullarında uygulanan (yanlışlığı, doğruluğu ve uygulanış şekli ayrı tartışma konusu) “Tekalifi Milliye”ye atıfta bulunularak, “gerekirse malınıza el koyarız” tehdidi salgının yaşandığı ortamda oldukça tehlikeli söylemler. Bu anlayıştaki bir yönetimin emrindeki Sağlık Bakanı ve onunla birlikte çalışan Bilim Kurulu üyelerinin bu krizi ne kadar sağlıklı yönettikleri tartışmalı bir durum. Geçen hafta sonu yaşanan, sokağa çıkma yasağının açıklama ve uygulanma şekli de bu salgın krizinin iyi yönetilemediği şüphelerini arttırıyor. Hükümetin kendisinden olmayan belediyelerle ortak çalışmak yerine, salgını yenmek için yaptığı çalışmalara engel ve köstek olması da başka bir olumsuz örnek. Maske takılması ısrarla önerilmesine rağmen, halkın maskeye ulaşması için zor yolların seçilmesi ve yavaş işletilmesi de daha başka bir örnek. Yirmi yaş altı çalıştırılan gençler, sağlıksız ortamda çalışan emekçiler gibi başka sorunlarla da bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Cumhurbaşkanı salgını fırsata her türlü dönüştürmek istiyor. İnsanları salgınla baş başa çalıştırarak, ihracat yapıp para kazanmak istiyor, halktan para toplamak istiyor, korku iktidarını pekiştirmek istiyor, muhaliflerin muhalefet etme koşullarını ortadan kaldırmak istiyor, rant için bekletilen doğayı talan etme projelerini el altından uygulamaya geçiriyor. Kısaca salgını kendi sömürü düzenini iyice pekiştirmek amaçlı kullanıyor. Böyle bir yönetim anlayışının salgınla gerçek anlamda ne derece başa çıkabileceği şüpheli görünüyor. Bu yönetim salgınla mücadele de başarılı olup olmamayı değil, salgını kullanarak yönetim gücümü arttırmak konusunda ne kadar başarılı olurum hesapları yapıyor. İktidarını pekiştirmek, muhaliflerini bertaraf etmenin silahı olarak düşünüyor salgını.
Düşman mı, gerçeklik mi?
Şu anda insanlara saldıran ve dünya çapında ciddi bir salgına neden olan virüsü ben şöyle görüyorum: Dünya üzerinde yaşayan tüm canlı ve cansız varlıklarıyla bir bütündür. Her canlının kendine göre farklılıkları ya da ortak özellikleri vardır. Farklılıklar zaman zaman çatışmayı gerektirir, zaman zaman da geri çekilmeyi, hatta zaman zaman da yok olmayı gerektirir. Benzerlikler de zaman zaman iç içe yaşamayı, zaman zaman da ayrışmayı gerektirir. Biz insanları, diğer canlılardan farklı olarak aklımızın ve düşünme yetimizin gelişmiş olması bizi doğadaki diğer canlılardan özel kılmaz. Aklımızla yapabildiğimiz iyi şeyler de, kötü şeyler de doğaya dâhildir. İyi şeyler yaparsak doğayla daha barışık yaşarız, kötü şeyler yaşarsak doğayla daha savaş halinde yaşarız. Aklımızla çok kötü şeyler yaparsak, doğa da buna göre kendi tedbirini alır, gerekirse savunmaya geçer, gerekirse saldırıya. Aklımız ve düşünme yetimizin bize bir üstünlük verdiğini zannediyorsak yanılıyoruz. Doğadaki seleksiyon, insan saldırılarını absorb edebildiği sürece, karşı saldırıya geçmez, edemediği noktada önce kendini savunur, sonra saldırıya geçer. Doğanın da kendine göre basit şekilde çalışan bir düşünce sistematiği ve aklı vardır. O farklı olarak tepkisini başka türlü verir. İnsanlar kendisine zarar nereden geliyorsa oraya saldırır, kendi ırkı içinde bile aynısını yapar. Ama doğa öyle yapmaz. İnsanlar ormana zarar veriyorsa, ağaçların kendini savunmaz ya da saldırıya geçmez. Çöp yığınları yaptığımız denizler kendisine çöp atıldığı anda çöpleri dalgalarıyla geri fırlatamaz, yollar yol olmaktan çıkmaz, dağlar insanların üstüne devrilmez. Doğa cevabını daha farklı şekilde verir. Biz birçok şeye doğal afet, iklim bozukluğu, salgın, hastalık deyip geçeriz çoğu zaman. Aslında onların hepsi bir cevaptır insanlığa.
İnsanın aklı da, salgınlar da, afetler de, muhteşem doğaya dâhildir. Aynı muhteşem doğal güzellikler gibi, tüm güzel tatlar gibi, toprağın bereketi, suyun, güneşin verdiği hayat gibi, hepsi de doğaya dâhildir. İnsan aklı doğaya rağmen fütursuzca davranamaz. Sınırlarını aştığı an doğa bir şekilde tepkisini verir ve durdurur.
Koronavirüs salgınından çıkartılacak dersler
Siyasetçisinden bilim insanına, felsefecisinden sosyoloğuna, gazetecisinden ekonomistine kadar herkes, “dünya artık eskisi gibi olmayacak” diyor. Ama bunu derken herkes kendi açısından düşünüyor. Kimisi bu yaşananlardan ders çıkartıp, dünyayı daha yaşanılır bir yer yapmak istiyor, kimisi bunu fırsata çevirip daha güçlü olmak istiyor. Kimisi doğayla barışmak istiyor, kimisi Koronavirüs’ü yok edeceğim diye, doğaya saldırmak istiyor. Akıl kimin elindeyse ona göre kullanılır.
Bana göre Koronavirüs insanlığa çok şey öğretiyor. Yaşam şeklinden, dünyaya bakış açısına kadar, beslenmeden, insan ilişkilerine kadar çok şey öğretiyor. Bir kere sade yaşamı tavsiye ediyor. Zenginlik, şatafat bir değer değil, zafiyettir diyor. İnsanın tek bir ırk olduğunu, alt ırkların, milliyetlerin, dinlerin, coğrafyanın bir üstünlük olmadığını anlatıyor bu salgın. Beslenmenin sadece karın doyurmak ya da lezzete bulanmış hazır yiyecekler olmadığını, toprak, güneş ve sudan gelen yiyeceğin makbul olduğu dersini veriyor. Başka canlıların yaşam alanlarına girmememiz, zarar vermememiz gerektiğini anlatıyor. Üretimin önemini hatırlatıyor, başkasına bağımlı olmanın yanlışlığını söylüyor. Toplumun bir oy kitlesi değil, birbirine yaslanacak bireyler olduğunu, paylaşmanın güzelliğini, kötülükte değil, iyilikte birleşmeyi öğütlüyor Koronavirüs. Temiz olmayı dayatıp, gereksiz ve göstermelik samimiyeti yasaklıyor.
Geldiğimiz noktada bazen dindarlar diyor ki, dinimiz bunu öngörmüştü; şu emirle, şu bölümle, şu ayetle, şu sureyle. Bazen de ideolojiler, kurtuluşun kendi izmlerinde olduğunu söylüyor. Bence artık bunların da bir anlamı kalmadı. Doğa zaten bizi ne yapmamız veya ne yapmamamız konusunda uyarıyor. Buradan bir ayrışma değil, ortak akıl çıkarmak gerekiyor. Karmaşık yönetim anlayışlarına, din uygulamalarına hiç gerek yok. Doğa bize sade ve basit yaşamayı tembih ediyor. Beni zorlarsan seni yok ederim, barışık olursan sana zarar vermem diyor. Aklını beni yenmek için değil, beni daha güzelleştirmek için kullan diyor. Koronavirüs ne ilk salgındır ne de son salgın olacaktır diyor. Yaşadığın afetler de öyle diyor. Topu seni yönetenlere atıp kurtulamazsın, onları sen seçiyorsun diyor. Oyunu verirken seni daha zengin etsin, senin inancından, milliyetinden olduğu için değil, benimle (yani doğayla, yani evinle) iyi anlaşacağına inandığın için oy ver diyor, yoksa öyle bir aday oy verme diyor. Sen milyarlarca çeşit, çeşit olsan da, benim gözümde tek türsün, bunu kavramaya mecbursunuz diyor. Ben diyor dünyanın, doğanın düşmanı değilim, beni öyle göstermeyin. Daha ne desin?
15 Nisan 2020