Anarko komünist Rus yazar, anarşizm kuramcısı Pyotr Alekseyeviç Kropotkin’in (1842 – 1921) Dostoyevski’yle ilgi yazdığı ve Sunja Altınel’in Almanca’dan çevirip YAZKO ÇEVİRİ dergisinin 2. sayısında (Eylül-Ekim 1981) yayımlanan yazısını edebiyatla ilgilenenler için önemli bir arşiv belgesi olduğun düşünerek burada paylaşıyorum.
Kropotkin‘in, Dostoyevski‘nin ölümünden sonra yazdığı anlaşılan eleştiri de, Dostoyevski‘nin yazarlığa ilk adım attığı günlerden, belli başlı tüm eserlerinin yazılma sürecini ve eserlerle ilgili dikkat çekici yorumlarını görmek mümkün.
Pyotr. A. Kropotkin / Dostoyevski
Pek az yazar edebiyat dünyasına ilk kez adım attığından beri Dostoyevski denli iyi karşılanmıştır. Dostoyevski 1845’de hiç tanınmamış bir genç olarak St. Petersburg’a geldi. İki yıl önce, ilkin bir mühendislik okulundaki eğitimini tamamlamış, sonra da iki yıl askeri hizmette çalıştıktan sonra da kendini edebiyata adamak üzere istifa etmişti. Okul arkadaşı Grigoroviç bir edebiyat yıllığında yayımlanmak üzere şair Nekrosav’a verdiği ilk uzun öyküsü İnsancıklar’ı yazdığında, daha yirmi dört yaşındaydı. Dostoyevski için için yayımcının öyküsünü okuyup okumayacağından bile kuşkulanmıştı. O zamanlar yoksul bir odada yaşıyordu ve Nekrasov’la Grigoroviç sabahın dördünde kapısını vurduklarında derin bir uykudaydı. İki dost Dostoyevski’yi kucakladılar ve gözyaşları içinde onu kutladılar. Öyküyü akşam geç vakit okumaya başladıktan sonra bitirinceye dek bırakamamış ve sonra ikisi de o denli büyüsüne kapılmışlardı ki, gece yarısı yazara gelip içlerinde uyanan duyguları anlatmak zorunluluğunu duymuşlardı. Birkaç gün sonra Dostoyevski, çağın en büyük eleştirmeni Belinski’yle tanıştırıldı ve onun tarafından çok sıcak karşılandı. Genel okuyucu kitlesinin üstünde öykü, son derce derin bir etki yaptı ve bu Dostoyevski’nin bundan sonraki öyküleri içinde böyle oldu. Bu yapıtlar görülmemiş bir biçimde Rusya’ya yayıldılar.
Dostoyevski’nin yaşamı korkunç mutsuz geçti. 1848’de İnsancıklar’la kazandığı ilk başarıdan dört yıl sonra, Petrasevki Gurubunun üyelerinden oluşmuş bir çevreye girdi. Bunlar toplanıp Fourier’nin yapıtlarını okuyor, tartışıyor ve Rusya’da sosyalist bir akımın gerekliliğine dem vuruyorlardı. Dostoyevski bu toplantıların birinde; Belinski’nin kilise ve devletten oldukça sert bir dille söz ettiği, Gogol’a yazdığı ünlü mektubu okudu; ayrıca gizli bir basımevinin kurulmasıyla ilgili başka bir toplantıya da katıldı. Sonuç olarak tutuklandı (tabii gizli olarak) ve başka birçok kişiyle birlikte ölüme mahkûm edildi. Aralık 1849’da Dostoyevski’yi bir alana getirdiler, kurşuna dizilecek olanların bağlandığı kazığa sürükleyip, kendisine ayrıntılı ölüm fermanının okudular. Çar Birinci Nikola’nın af kararını getiren ulak ancak son anda geldi. Üç gün sonra Dostoyevski, Sibirya’ya sürüldü ve Omsk’da bir tutukevinde kürek mahkûmu oldu. Burada dört yıl kaldı. St. Petersburg’daki dostlarının araya girmesi üzerine, sonunda salıverildi, ama bu kez de askere alındı. Tutukluluğu sırasında önemsiz bir şey için korkunç kırbaçlanmış, bunun sonucu olarak da tüm yaşamı boyunca kurtulamayacağı hastalığı saraya kapılmıştı. İkinci Aleksandr’ın taç giymesi sırasında ilan edilen af, Dostoyevski’nin durumunu düzeltmedi. Büyük yazar ancak Aleksandr’ın tahta çıkışından dört yıl sonra, 1859’da bağışlandı ve Rusya’ya dönmesine izin verildi. 1881’de öldü.
Dostoyevski, üretken bir yazardı. Daha tutuklanmasından önce on uzun öykü yayımlamıştı. Bunlar arasında Der Doppelganger daha sonra da yazacağı hastalıklı ruh durumlarıyla ilgili yapıtların öncüsüydü. Netoçka Neznonava ise de hızla olgunlaşmakta olan birinci, sınıf bir yeteneğin izini taşıyordu. Sibirya’dan dönüşünden sonra yayımlamaya başladığı bir dizi uzun öykü Rus okurları üzerinde derin etki yaptı. Bu dizi Ezilenler adlı uzun öyküyle başladı. Kısa bir süre sonra bunu kendi tutukluluk deneyini anlattığı Ölüler Evinden Anılar izledi. Bundan sonra son zamanlarda tüm Avrupa ve Amerika’da okunan Suç ve Ceza adlı çarpınçlı (sansasyonel) romanı geldi. En iyi işlenmiş yapıtı olarak kabul edilen Karamazov Kardeşler ise daha bile çarpınçlıdır. Delikanlı, Budala, Ecinniler ise aynı hastalıklı ruh durumlarıyla ilgili daha kısa yapıtlardır.
Dostoyevski’nin yapıtları salt estetik açıdan ele alınsalardı eleştirmenlerin onların edebi değeri üstündeki yargılarının okşayıcılıktan uzak olması gerekirdi. Dostoyevski o denli çabuk yazmış ve yapıtlarının işlenişi üzerinde o denli az durmuştur ki, birçok yerlerde bunların biçimi, Dobroljubov’un da gösterdiği gibi, eleştirmeye bile değmez. Kahramanları savsak bir şekilde konuşur ve sürekli kendilerini yinelerler. Ayrıca da okur konuşanın (özellikle Ezilenler için geçerlidir bu) onlar değil, yarın kendisi olduğu duygusuna kapılır. Bu önemli aksamaların dışında, konuların aşırı romantik ve modası geçmiş bir biçimde kurulmaları eleştirilebilir. Tabii son yapıtlarını saran delilerevi havasını hesaba katmazsak. Ama bütün bunlara karşın Dostoyevski’nin kişileri öylesine güçlü ve gerçeklikle doludur ve en gerçekdışı kişilerin bile yanında öylesine yakından tanıdığımız ve gerçek olanlar vardır ki, bu bütün bu eksikleri karşılamaya yeter. İnsan, Dostoyevski’nin, kişilerinin konuşmalarını yanlış yansıttığı kanısında bile olsa, bu kişilerin –ya da en azından onların bir kaçının- tam Dostoyevski’nin onları betimlemek istediği gibi olduklarını duyar.
Ölüler Evinden Anılar, Dostoyevski’nin gerçekten iyi yazılmış tek yapıtıdır. Temel düşünce açıktır ve biçim, düşünceye uygun bir şekilde geliştirilmiştir; ama daha sonraki yapıtlarında yazar, çoğu belirsiz düşüncelerinin etkisi altında kalmış gibi görünür ve öyle heyecanlanır ki, gerekli olan biçimi bulamaz. Dostoyevski’nin en sevdiği tipler, dış yaşam koşuşlarının sonucu olarak çok düşmeleri nedeniyle, artık bir daha kendilerini yükseltme olasılığını dahi düşünemez olmuş kişilerdir. İnsan, Dostoyevski’nin “alçalmışlar”ın ruhsal ve bedensel acılarını betimlemekten gerçek bir zevk aldığını ve bu tür hastalıklı durumlarda hep görülen tinsel sıkıntıları, mutlak umutsuzluğu ve insan kişiliğinin tümüyle kırılışını anlatırken coştuğunu duyar. Bu hastalıklı tiplerin yanında bir iki tane o denli insan kişiler vardır ki, bunlar tüm sevgimizi kazanırlar. Ama Dostoyevski’nin sevdiği kişiler ne kendilerine saygı sağlamaya, ne de kendilerine insan gibi davranılma yetkisi tanımaya güçleri olan erkek ve kadınlardır. Bir kez kişiliklerini korumak için boşuna bir çaba göstermiş, ama yenilmiş ve bunu bir daha hiç denememişlerdir. Gittikçe daha çok düşer ve ya veremden ya da bitkinlikten ölürler; bir ruh hastalığının kurbanı olur, ya da yarı yarıya çıldırırlar. Bu çılgınlık sırasında kimi insan felsefenin en yüksek düşüncelerine ulaşırken kimi de, sonsuz bir kırgınlık içinde, anında pişman olacakları suçlar işler.
Ezilenler’de yoksul aileden bir kıza tutulan bir genç görürüz. Bu kız aristokrat bir kıza tutulur. Bu hiçbir ilke tanımayan adam, çocukça bencilliği ve dürüstlüğüyle çekici olan, ama yaşamın yoluna çıkarttığı kişilere bilmeksizin her türlü kötülüğü yapabilecek biridir. Hem genç kızın, hem de prensin ruh durumları çok iyi anlatılmıştır, ama Dostoyevski’nin en büyük başarısı kızın hor gördüğü gencin büyük özveriyle ona köle oluşunu ve sonunda onu istemeyerek aristokratın kollarına atılmaya itişini anlatışında görülür. Bütün bunlar olanaklıdır, yaşamı andırır ve Dostoyevski tarafından öyle anlatılmıştır ki insan zavallı Ezilenler’e yürekten acır, ama bu öyküde bile yazarın, kahramanlarının korkunç boynu büküklüklerini ve tutsaklıklarının anlatırken duyduğu zevk ve bunların kendilerinin çekmek zorunda oldukları acılar ve haksızlıklardan duydukları memnunluk bir ölçüde rahatsız edicidir.
Dostoyevski’nin bundan sonraki büyük yapıtı Suç ve Ceza büyük bir etki yaptı. Bu romanın kahramanı, onun kadar yoksul olan annesi ve kız kardeşlerine derin bir sevgiyle bağlı olan Raskolnikov adlı genç bir öğrencidir. Öğrenimini bitirmek ve yakınlarına bakabilmek için para bulmak tutkusuna kapılıp, birkaç bin rublesi olduğu söylenen tanıdığı yaşlı bir tefeci kadını öldürmeye karar verir. Bir dizi durum bu niyetini pekiştirir. Örneğin yoksulluklarından kurtulmak için bir yol göremeyen kız kardeşi, ailesi için kendine kıymaya ve çok paralı, ama yaşlı ve iğrenç bir adamla evlenmeye hazırdır ve Raskolnikov bu evliliği önlemeye kesinlikle kararlıdır. Bu sırada bir de ilk evliliğinden Sonya adlı çok cana yakın bir kızı olan, sarhoş, yaşlı, küçük bir memurla tanışır. Bu aile, yalnız St. Petersburg gibi büyük bir kentte bulunabilecek türden bir kendi yazgısına bırakılmışlığın düşünülebilecek en alt basamağına ulaşmıştır ve Raskolnikov bu insanlarla ilişki kurar. Bütün bu durumlarla birlikte kendisinin de gitgide kara bir sıkıntıya batması ve çevresinde son denli derin ve umutsuz bir yoksulluk ve sıkıntı görmesi, yaşlı tefeciyi öldürme düşüncesinin ona tümüyle egemen olmasına yol açar. Suçu işler ve kestirebileceği gibi, para eline geçmez; telaş içinde parayı bulamaz bile. Utanç ve pişmanlık içinde kıvranarak ve pişmanlığı daha da arttıran bir dizi yeni durumun baskısı altında bir iki gün geçirdikten sonra polise gider ve yaşlı kadınla onun kız kardeşini öldürdüğünü itiraf eder.
Tabii bu salt romanın iskeletidir; gerçekte bu yapıt en korkunç yoksulluk sahneleri, ahlak çöküklükleri ve bir dizi ikinci derecen tiple -Raskolnikov’un kız kardeşinin evinde dadılık yaptığı yaşlı bir adam, genç öğrenciyi sorguya çeken görevli vb.- doludur. Dostoyevski, Raskolnikov’u böyle bir suç işlemeye götürebilecek bunca nedeni bir araya getirdikten sonra, bunlara bir de kuramsal bir amaç ekleme gereğini duyar. Okur, romanın ortasında Raskolnikov’un çağdaş yaygın maddeci öğretinin etkisi altında, insanların yüksek ve aşağı olarak ikiye ayrılabileceklerini ve birinci gruptakiler için –ki buna bir örnek Napolyon’dur- alışılmış ahlak sınırlamalarının bağlayıcı olmadığını kanıtlamaya çalışan bir gazete yazısı yazdığını ve yayımlandığını öğrenir.
Romanın çoğu okurlarıyla eleştirmenleri, Raskolnikov’un ruhunun ve onu umutsuz eylemine iten nedenlerin psikolojik çözümlemesinden özel bir övgüyle söz ederler. Ama ben kendime şunu belirtmek hakkını tanımak istiyorum: Dostoyevski’nin bir araya getirdiği rastlantısal nedenler yığını, onun kendisini ve maddeci propagandanın ciddi bir genç adamı gerçekten Raskolnikov’unki gibi eylemlere sürükleyebileceğini kanıtlamanın güç olduğuna inandığını gösterir. Bu tür insanlar bu gibi kurumsal düşüncelerin etkisiyle katil olamazlar; Paris’de Lebies’nin yaptığı gibi katil olup da, böyle nedenler ileri sürenlerse, hiç de Raskolnikov türü kişiler değillerdir. Ben Raskolnikov’un gerisinde Dostoyevski’nin kendisinin ya da kendisine benzer bir adam böyle bir adım atmaya itilip itilemeyeceğine ve eğer itilirse bunun psikolojik açıklamasının ne olabileceğine kara verme çabasını görürüm. Ama bu tür insanlar kesinlikle cinayet işlemezler. Ayrıca Raskolnikov’u sorguya çeken görevli ve Svidrigaylov gibi insanlar tümüyle romantik bir biçimde yaratılmış kişilerdir.
Ama bütün bu yanlışlara karşın, roman kentin en yoksul kesimlerindeki yaşamı yansıtan gerçek görüntüleriyle derin bir etki bırakır ve her dürüst okurun buralarda yaşayanların en düşkünlerine yürekten acımasına yol açar. Dostoyevski bu kişilerden söz açar açamaz, tıpkı Turgenyev ve Tolstoy gibi, bu sözcüğün en iyi anlamıyla bir gerçekçi olur. Yaşlı sarhoş memur Marmeladov, onun sarhoş konuşma biçimi ve ölümü, ailesi, gömülmesinden sonra olanlar, karısı ve kızı Sonya, tim bunlar yaşama sadık kişilerdir ve olaylar da aynı biçimde gerçekten yoksulların yaşamlarında olan türdendir. Dostoyevski’nin onlara ayırdığı bölüm, tüm dünya edebiyatının en etkileyici sayfaları arasındadır. İnsan bir deha kokusu duyar.
Karamazov Kardeşler, Dostoyevski’nin romanları arasında en iyi kurulmuş olanıdır. Ama yine de bu romanda yazarın tüm ruh ve imgelem bozuklukları her yerden daha çok açığa çıkar. Bu romanın felsefesi –inançtan yoksun batı Avrupa; ateşli, coşkun, içki düşkünü, düzenden uzak Rusya ve din ve keşişlerin yola getirdiği Rusya üçlüsünün Karamazov kardeşçe simgelenmesi –ancak zayıf bir biçimde geri planda görülür. Ama dünya edebiyatında bu denli iğrenç bir insan grubunun, burada rastlanan türden deliler, yarı deliler, suç işlemeye yatkın kişiler ve her dereceden gerçek suçluların, bulunamayacağı kuşkusuzdur. Bir Rus beyin ve sinir hastalıkları uzmanı, Dostoyevski’nin romanlarında ve özellikle Karamazov Kardeşler’de tüm bu hastalıkların örneklerini bulur ve her şey gerçekçilikle sınır tanımayan bir romantizmin garip bir biçimde karıştığı bu çevreye sokulmuştur. Her tür hastalık edebiyatının coşturduğu kimi çağdaş eleştirmenler bu roman üstün ne yazarlarsa yazsınlar, ben bir şunu söyleyebilirim: Tüm roman öylesine doğallıktan uzak ve bile bile, burada bir ders vermek, şurada bir deliler evinden alınmış iğrenç bir kişiyi betimlemek ya da düşlenmiş bir suçlunun duygularını çözümlemek için yazılmıştır ki, şuraya buraya serpilmiş birkaç iyi bölüm okuyucunun bu iki cildi okuma sıkıntısına katlanması için yetmez.
Dostoyevski hala Rusya’da çok okunuyor, yapıtları ilk kez Fransızca, Almanca ve İngilizce’ye çevrildiğinde büyük bir yanıt ve açıklama gibi karşılandı. Çağımız yazarlarının en büyük yazarlarından biri ve “Slav ruhunu en iyi betimleyeni” -bu ne demekse- diye övüldü. Bir süre Turgenyev’i gölgeye itti ve Tolstoy’u unutturdu. Tabii bunu hepsinde büyük bir isterik abartma payı vardı; bugün edebiyat eleştirmenleri bu tür gökten çıkarışlara kalkışamazlar. Gerçek şu ki; Dostoyevski’nin yapıtları çok güçlüdür; yaratıcı gücü Hoffmann’ınkini andırır ve büyük kentlerimizdeki uygarlığın oluşturduğu, en ayal altına alınmış ve kıyıya atılmış öğelere duyduğu acıma, en vurdumduymaz okuru bile sürükler ve genç okurlar üzerinden iyi anlamda çok güçlü bir etki yapar. En değişik türden ruhsal hastalıklara yönelik çözümlemeleri gerçeğe çok uygun bulunur. Ama bütün bunlara karşın, yapıtlarının sanatsal nitelikleri, Tolstoy, Turgenyev ve Goncarov gibi Rus ustalarınınkilerle karşılanmayacak denli azdır. En iyi gerçekçi betimlemeler ancak en büyük romantiklerin başarıyla yapabileceği bir biçimde, alışılmadık ve şaşırtıcı şeylerle karşılaştırılmıştır. Çok ili çekici sahneler, sonsuz ve tümüyle doğallıktan uzak kuramsal tartışmalara yer vermek için birden bire kesiliverir. Ayrıca, yazar o denli büyük bir acele içindedir ki, yapıtlarını basımevine göndermeden önce onları okumak için zaman bulamamış gibidir. En kötüsü, Dostoyevski’nin kahramanlarının hepsinin –ve özellikle son yapıtlarındakiler- bir ruhsal bozukluğun ya da ahlaki sapıklığın elindedirler. Sonuç olarak insan Dostoyevski’nin bir iki yapıtını ilgiyle okusa bile, Tolstoy’un Turgenyev’in, hatta ikinci dereceden romancıların yapıtlarını bir kez daha okumak istediği gibi, yeniden okumak istemez. Örneğin itiraf etmeliyim ki kısa bir süre önce Karamazov Kardeşler’i okumakta büyük zorluk çektim; Budala gibi bir romanı ise okuyup bitirmem olanaksız. Buna karşın insan Dostoyevski’nin tüm kusurlarını bağışlar, çünkü kentlerimizin kötülük görmüş ve unutulmuş çocuklarından söz ettiğinde, insanlığı ve insana -en alt tabakalarındakilere bile- duyduğu sonsuz sevgiyle kendini yüceltir. Bizim genellikle acıyan bir bakışla bakmaksızın geçip gittiğimiz bu ayyaş, dilenci, hırsız vb. takımına duyduğu sevgi, bu düşkünlerde insan özgü ve çoğu zaman büyük olanı bulma gücü, bizde ilginç olmayan insan tiplerine ve yaşamın onları düşürdüğü kötü ve korkunç durumlardan kurtulmak için hiçbir çaba göstermeyenlere karşı uyandırdığı sevgi -bu güçle Dostoyevski, kuşkusuz bu çağın yazarları arasında özel bir yer kazanmıştır ve yapıtları sanatsal kusursuzlukları için değil, içlerindeki şuraya buraya serpilmiş iyi düşünceler, büyük kentlerdeki yoksulluğun eşsiz anlatılışı ve Sonya gibi birinin bizde uyandırdığı sonsuz sevgi için okunacaklardır.