1966 Kasım ayında yapılan ve 1967 Varlık Yıllığı’nda yayınlanan tartışmaların üçüncü ve son bölümü. Yazı içindeki bugün bize hatalı gelen bazı yazım ve imla hatalarını orijinalliğini bozmamak adına hiç değiştirmedim.
Son bölümde, sorunların iyice netleşmesine rağmen, çözüme yönelik farklı düşünceler her satırda kendini belli ediyor ve son sözlerini söylüyorlar:
KONUR ERTOP
Bugün Türk yazarlarının kendi üzerine düşen sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirdiği kanısındayım. 1940 dan sonra bizim edebiyatımızda toplumcu görüş birinci plâna gelmiştir. Bu akımın da büyük yazarları yetişmiştir. Fakat önümüze çıkan büyük konu bu yazarların toplum tarafından yeteri kadar okunup izlenmediği noktasında beliriyor. Bunun için de bizim toplumuzda edebiyat eserini okumak, sanata karşı açılmak bir ihtiyaç haline gelmemiştir. Bunun yapılması da, bu ihtiyacın yerleştirilmesi, geliştirilmesi de, yazarın tek başına altından kalkacağı bir yük değildir. Bunun için okulların yapabileceği bazı işlemler vardır. Öğretmenin bazı zorunlulukları vardır. Hattâ çocuk edebiyatından başlanarak sanat beğenisini okurlara aşılamak gelir. Sanatçı tek başına bunları yapabilecek durumda değildir. Sanatçı Mehmet Seyda’nın da söylediği gibi kendi sanat tutumunu en başarılı, en üstün bir şekilde ortaya koymakla yükümlüdür. Toplumcu edebiyatın dışında bir de sanatımızda bunaltı gibi kapalı alana açılma var. 1955 den sonra meydana gelmiş olan yanlar var. Okuyucuya asıl kendisini benimsetemeyen bunlar görülüyor. Batıdan değişik kaynaklardan beslenmenin bunda etkisi var. Biraz önce söylenen özelliklerden biri dilin aşırı öz Türkçe olmasıdır. Bu dilin toplum tarafından benimsenmemesidir. Şimdi, Batı yazarlarının etkisini konuşmak gerekir. Meselâ varoluşçu Vüsat Bener, Demir Özlü gibi yazarlar toplum tarafından okunmuyor. Fakat bunların üzerinde durduğu konuları anlatan yazarların eserleri çok büyük satışlar yapıyor. Meselâ Altın Kitaplar serisindeki gibi satışlar yaparak okunuyor. Ama benim kanaatim toplum onları da, meselâ Sartre’ı, Cronin’i okur gibi okuduğundan dolayı, eserlerini izliyor, etkilerinde kalmıyorlar. Bunun için halkın sanatçının eserlerindeki özelliklerini görecek şekilde aydınlatılması, onlara bu eğitimin verilmesi gerekir. Onun için eleştirmeciler tarafından açıklayıcı, öğretici yolda bazı denemeler yapılması kanısındayım. Bizim eleştirmememizin de bu döneme girmemiş olduğu görülüyor. Doğrudan doğruya eleştirme yazarların karşılarında yazarları muhatap tutmakta, onlara seslenerek yazılarını yazmaktadırlar. Bu şekilde değil de halkın anlayacağı şekilde, halka eserleri açıklayacak şekilde denemeler yapılması gereklidir. Meselâ eskiden Yakup Kadri’nin, Halide Edip’in eserlerinin çıkması o zaman İsmail Habip gibi yazarları çalışmak zorunda bırakıyordu ve o eseri açıklayacak arka arkaya üç yazı, beş yazıyla gazetelerde, dergilerde bunları ortaya koyup tanınmasını sağlıyorlardı. Eleştirmeciler böyle bir görevi yüklenirlerse topluma karşı eserin açıklamasının sağlanması doğru gibi geliyor bana.
DOĞAN HIZLAN
Yazarla halk arasındaki ilişkileri, daha doğrusu yazarın topluluğa ulaşmasını tartışıyoruz, değerlendiriyoruz. Bu sorunun karşılığı için önce bir ülkede yazarın, edebiyatın işlevini konuşmalıyız, daha doğrusu bunu sınırlandırmalıyız, tesbit etmeliyiz. Ondan sonra yazarın bunu yerine getirip getirmediğini tartışmalıyız. Bir yazarın doğrudan doğruya ilk sorumluğu bence, kendi yaptığı işe karşı sorumluluk duyması, onu en iyi şekilde yapmasıdır. Şu veya bu şekilde. Bunu başarıyorsa evvelâ bir yazar olarak sorumluğunu, birinci sorumluğunu yerine getiriyor demektir. Çünkü bugün yazar, yazar sözünü sadece bir sanatçı, bir edebiyatçı olarak kullanıyoruz- salt edebiyat yapıyor. O kadar, edebiyatın bir bildiri ile yüklenmesini, bazı şeylerin halka bununla gitmesini istemiyor. Yani edebiyatçı bugün ayıklanmış bir duruma gelmiştir. Halk burdan alacağı birçok şeyleri gazetelerden, şurdan burdan, magazinden alıyor. Sadece edebiyat içi öğeleri okuyucu bundan almaktadır. Onun için de yazarın da hitap ettiği çevre, seslendiği kütle azalmış oluyor. Sonra bugünkü ortamda -ki zaten bugün belli bir kültürden belli bir Türkçe edebiyatı kültüründen söz edemeyeceğimize göre- bugünkü Türk edebiyatında hangi kültürün temsilcisi olduğu anlaşılmıyor. Biraz belirsiz. Karşısına aldığı kütlenin, birkaç bölüme de ayrılmış olsa hangi yönlerinin bazı kültürden, daha doğrusu gelenekten devraldığı değerlerin hangi öğeleri temsil ettiği açıkça görülüyor. Bir de yazarla okuyucu arasında bugünkü kopmayı, yazarın sorumsuzluğu diye anlıyoruz, belki, öyle yorumluyoruz. O ülkede yazarın yazdığı ile yaptığı arasında bir “justification” arıyor âdeta okuyucu, bir sağlama arıyor. Bu soyut denen edebiyata, modernist denilen öncü edebiyata karşılığı. Belki onları çok batılı ve “speculative” görüyor, onun için bütün bunların bir türlü gerçekleşeceğine inanmıyor. Halbuki çoğunlukla okuyucuya gerçekleşmişleri arıyor ya da gerçekleşmesi mümkün olanları arıyor, yahut büsbütün gerçekleşmesi imkânsız olanları arıyor, bunların isteklerini bugünkü edebiyatın yazarı seslenmiyor. Ayrıca birtakım eski yazarları tutması, savunması onların da bir eğlence olarak kendilerini göstermesindendir. Meselâ bugün kütle, şair olarak şair İhsani’yi tanıyor. Kötü bir şair. Ama doğrudan doğruya bunu bir eylem olarak tanıdığından ondan oraya sıçrıyor. Orhan Kemal tevfik edildiği zaman birkaç kişi, meselâ onu tanımayan arkadaşlarım, gelip onu soruyorlar. Bu yollar okumaya itiyor. Bir de ayrıca Türkiye’de edebiyat, doğrudan doğruya, çok da anlamda kullanılan sözlü edebiyat gibi, çok dar bir yazılı edebiyat oluyor. Yani âdeta yazılanlarla okuyucular aynı kütle ve hepsi, okuyucular, yazarlar, aynı insanlar. Bu, dışarıya gitmiyor. Bunun tabiî başka sebeplerinden biri de Türkiye’de bir edebiyat endüstrisi kurulmaması ve edebiyat olayı yapılmaması. Bu bir reklâm endüstrisi ile olsun, bir eleştiri endüstrisi ile yani eleştirilerin devamlı yazılması ile olsun halka ulaştırılmalı. Mümkün gibi geliyor halka ulaştırılması. Çünkü öncülük bir eserin okunmaması için bir neden sayılmaz. Bence, artık bir eserin değeri, doğrudan doğruya halkçılığından, toplumculuğundan gelen kalite ve nitelikten olmuyor. Şimdiye kadar yazılmış köy romanları, yapılmış toplumcu edebiyat çalışmaları, salt ülkesi için, halkı için çalışanların edebiyat eseri ortaya koymadığı anlaşıldı. Meselâ, diyoruz ki, Ece Ayhan, Ece Ayhanca yazar, yazdığı için, zaten kendi sorumluluğunu, âdeta İsa’nın kendi çarmıhını, sırtında taşıması gibi taşıyacaktır. Ece Ayhan doğrudan doğruya ortaya çıkmış birisi değil. Bunun da bir gelişmesi var. İkinci yenide bazı çalışmalar oluyor. Bazı dil dezanformasyonları oluyor. Bu dezanformasyonları âdeta özetleyen, bunların en iyisini yapan bir adam diye görüyoruz. Ama okuyucu bir yazarın, bir zincirin bir halkasını alıyor fil hikayesi gibi… Sonra halktan kopmuşların da doğrudan doğruya halktan uzaklaştığı, halk için çalışmadığı söylenemez. Meselâ 1950 kuşağı A dergilerinde şurda burda yazanlar, 28 Nisan olaylarına hattâ Menderes devrinin sıkıştırmalarına, baskınlarına kadar asosyal, apolitik diyebileceğimiz yazılar yazdılar. Ama doğrudan doğruya böyle bir hareket başladığı zaman, onlar da bu harekete katıldılar, bir vatandaş olarak katıldılar. Ama çok ilginçtir ki yine bir yazar olarak katılmadılar, bir vatandaş olarak katıldılar. Bence bir yazar önce vatandaş olduğuna göre bu eylemi yerine getirmektedir. Bu ödevini, baskıya karşı direnme ödevini ille yazısıyla yapması gerekmez bence. Halktan kopmamışlığını, halk için çalıştığını ispatlamıştır demektir. Ayrıca bir de halka karşı sorumluluğu, yahut edebiyatın halka getirilmesinin eleştirmenlerin görevi olduğu söyleniyor. Ben böyle bir şeye inanmıyorum. Meselâ denildi ki sinema yazıları yazıldı, halk şimdi bu sinema eleştirmenlerine güveniyor. Güveniyor, ama halkın sinemaya gidip gelmesi arasında eskiye göre bir oranlama yapılsa acaba sağlam sonuçlar çıkabilir mi? Eleştirmen yazıyor… Birçok yerlere yaptığım iş olduğu için söylüyorum. Bir kitabın eleştirilmesi, bir kitabın tanıtılmasını istemekten çok kitabın özeti isteniyor. Bu demektir ki o eleştirmen o kitabı halka ulaştıracak değil, halk o kitabın özetini istiyor, okumuş olma zahmetinden kurtulması için sizi görevlendirmiş, siz âdeta hususi bir kâtibi gibi onu okuyorsunuz, özetliyorsunuz, ona iletiyorsunuz. Bundan belki bir iki kişi kitap okumaya merak sarabilir. Zaten biz salt Türkiye koşulunu düşünüp Türk yazarının halktan uzaklaştığını, sorumunu yerine getirmediğini, şunu bunu söylüyoruz. Öyle bir şey biraz ters geliyor bana. Edebiyat bugün âdeta bir uzmanlık işi. Her uzmanlık gibi kendi dar kalıpları içine çekiliyor. Uzmanlık işi olunca da herkesin birbirini izlemesi, herkesin bir kitabı okuması onu ilgilendirmez. Hele şiir. Meselâ bugün bir ihtiyaç, ama kabul edelim ki bir lüks ihtiyaç. Onun için halkın, yazarın sorumluluğundan çok edebiyatın kavramının değişmesi gerekli. Bugün Türkiye’de, birçok Batı ülkelerinde edebiyat kavramının değişmesinden ötürü bir kopmanın olduğunu söylemeliyiz.
SUNULLAH ARISOY
Yazarın sorumluluğunu, bir toplumla ilişkisi yönünden, bir kendine, eserine karşı sorumluluğu yönünden ele almak istiyorum. Mutluay, konuşması sırasında yazarların durumuyla ilgili çok ilginç istatistik rakamlar da verdi, onun üzerinde de durmak gerekirdi bence. Ama o ayrı konu. Bana göre 1940 dan bu yana Türk edebiyatı çok hızlı değişme ve gelişme içinde. Türk toplumu aslında ilkel bir toplum. Çeşitli nedenlerle geri kalmış bir toplum. Edebiyatımızın bu hızlı gelişmesine genel olarak ayak uydurmasını beklemek ve ummak yanlış bir çıkış noktası oluyor? Nasıl Şöyle. Meselâ en yaygın, en ünlü adlardan biri Orhan Veli. Kitabı onuncu baskısını falan yapıyor. Ama Orhan Veli sağlığında, yani Orhan Veli hareketi başladığı zaman her kitabını 500 veya 1000 tane bastırmıştır, bunun 300 tanesini eşine dostuna dağıtmıştır. O zaman Orhan Veli karikatüre girmiş, o hareketi alay konusu olmuştu, buna rağmen geniş okuyucu kütlesine mal olma gibi bir durumu yoktur. Ancak Orhan Veli ölmüş, birtakım gelişmeler olmuş, okur Orhan Veli ve onunla başlayan şiiri 15 yıl sonra benimseyebilmiştir, hazmedebilmiştir. Orhan Veli şiirini hazmedebilecek duruma geldiği zaman şiir okuyucusu, 1954 lerle 55 lerde yepyeni bir akım, daha bir soyut akım daha çıkıyor. Birisini hazmedememiş ki okur, ikincisini nasıl hazmetsin? O zaman okur Orhan Veli şiiri çizgisinde, seviyesinde kalıyor, öbür çizgiden son derece uzakta duruyor. Yani, oraya ulaşması için hiç olmazsa bir on yılın daha geçmesi gerekiyor. Nitekim 1955-56 yıllarında başlayan ikinci yeni akımının, yahut soyut şiirin o günkü durumuyla bugünkü durumu arasında o tür şiir yazan sanatçıların lehinde bir fark vardır. Okuyucu sayısı biraz daha fazlalaşmıştır on yıl öncesine göre. Neden? Çünkü bu geçen on yıl içinde soyut şiire karşı okuyucunun bir hazırlık ve yetişme dönemi var. Şimdi bu dönem nasıl oluyor? Bunu, sanatçı, okur kendi kendine yapıyor. Onun içinde sayısı az oluyor. Çünkü 1940 dan bu yana gelişen edebiyatımızın her türünde şiiri, hikâyesi, romanında birtakım yardımcı ve destekleyici öğeler yok, yani okul kitabı yok, öğretim programının içinde yeni edebiyat yok. Halbuki okuyucu hazır bilgi alır, yani okula gidecek, okulunda edebiyat öğretmeni Abdülhalik Hamid büyük şair diyecek, onu belleyecek. Fuzulî’yi açıklayacak, Fuzulîyi açıkladığı gibi öğrenecek. Reşat Nuri’nin değerini onun kitabını okumak suretiyle kendi kendine bulmayacak, ille birisi “Reşat Nuri’nin roman tekniği budur, önemli eserleri budur, Türk edebiyatı içinde yeri de budur” diyecek, onu belleyecek. Ondan sonra o önemli adamdır diyecek, gerekirse de onun kitabını okuyacak,, o hazır ve önyargıyla… 1940 dan sonra gelişen edebiyatımızda böyle bir yardımcı öğe yok. Onun içinde okur kendi kendini büyük güçlüklerle hazırlayabiliyor. Sanatçı toplumun, okurun bu ağır gelişimine ayak uydurmak zorunda değil, o daha hızlı bir atılımın içinde. Öyle olunca kendiliğinden bir kopma meydana geliyor bence. Toplumlarda sanatçıları birkaç bölüme ayırmak mümkün. Bir bölüm sanatçılar toplumun önünde gidiyor, toplumu aşıyor, onun önünde gidiyor, ona bir ışık tutuyor, ama o ilerideki bir ışık. Ona varabilmesi için toplumun ondan önceki evreleri geçirmesi gerekiyor. Bir bölüm sanatçılar toplumun olaylarını tesbitle yetiniyor. Bir bölümü var, toplumun alışkanlıklarını sürdürüyor. Biz okunmuyoruz diye yakınıyoruz, doğru. Ama bir Ümit Yaşar var, okunuyor. Niye okunuyor Ümit Yaşar? Nedeni, toplumun beğeni ve alışkanlıklarını sürdürmesinden. Onun için yayılıyor. Toplumun hangi katında olursa olsun belli ihtiyaçlara cevap veriyor. Genç yaştaki çocuk âşık oldu mu Sabahattin Kudret’in şiirini yazıp sevgilisine gönderemiyor, Necatigil’in şiirini yazıp gönderemiyor. Cemal Süreya’nın şiirini yazıp gönderemiyor. Ümit Yaşar’ın şiiri kullanışlı bir şiir! Karşılıklı bağ kurmak bakımından çok önemli. İlle bu çizgiye inmek, yani halkın anlayacağı ortamda yazmak konusu üzerinde durmak gerekir. Sanatçı toplumun beğenisini, hiç olmazsa kendi beğenisi çizgisine çıkarmak zorundadır. Topluma karşı sorumluluğu böyledir. Gerekince okunmaması konusunun bir yanı da şu tanıtma problemine gelip dayanıyor. Tanıtım başlı başına bir kol, bilim dalı gibi bir şey. Bir defa dağıtım sistemi eksik. Ben öyle sanıyorum ki Türkiye kitap dağıtımı nasıl bir örgütle bilmiyorum ama iyi bir elle yapılırsa, en az satan bir kitabın dahi bugünden bir misli daha çok satması mümkün. Kitap okurun eline ulaşmıyor. Van’da pekâlâ üç tane, bir tane Ece Ayhan okuyacak okur çıkabilir, ama Ece Ayhan’ın kitabı onun ayağına gitmediği süre içerisinde bir okuyucusundan yoksun kalabilir. Bizim kitapçılar bir kere bilmiyorlar. Anadolu’da ya manifaturacılardan değişmiştir, ya ayakkabı satıcılığından gelmiştir, ya bir tarafında esans satar, bu arada da kitap satar. Ankara dahi yayınları izlemezler, yayınları izleyen bir Bilgi Yayınevi vardır. Ahmet Küflü, onun dışında en çok yayılan Varlık Yayınlarıdır. Akba ya giderseniz hangi yazarı sorsanız sorun bilmez. Beş kitap gelmiş satmıştır, o beşten sonra başka kitap getirmez. Küflü’de her kitaptan dört tane fazla bulursunuz. Böyle bir satış örgütü Türkiye’de olduğu zaman bugünkü satışların çok daha yükseleceği kanısındayım. Elazığ Maden ilçesinde bir Türkçe öğretmeninden mektup aldım, “Aradım Karapürçek’i, aradım bulamadım, bir tane yollar mısınız?” diyor. Oradaki kitapçı bir tane “Karapürçek” bulundursaydı, öğretmen onu alacaktı. Dağıtımın iyi yapılmamasının toplum karşısında yazarın tanınmamasını, yayılmasını önleyen bir öğe olduğu kanısındayım. Eleştirilerin önemine Konur’a olduğu gibi katılıyorum. Küçük bir denemesini de 8-10 yıl önce Ulus gazetesinde yaptım. Tanıtma yazıları. Onun sözü edilen kitaplar için yararı olduğu kanısındayım. Yalnız bizim eleştirmenlerin gazetelerde yazdıkları yazılarda bir tutumları var. Sanatçıya karşı… Hayır yazılar birer tanıtma yazısı, açıklama niteliğinde olacaktır. Yani okurla, sanatçı ve yazar arasında ilişki kurma görevinde olduğunu unutmamalıdır. Sanat değer üzerindeki tartışmasını dergide yapacaktır. Bu arada radyonun geniş ölçüde bir tanıtıcı araç olduğunu bildirmek gerekir. Bir örnek vereyim: bir tarihte de Ankara radyosunda şiir programı yapılıyordu, beni de çağırdılar, ben de Necatigil’in “Arada” şirini okudum. O şiir radyoda yayınlandıktan sonra sayısını bilmediğim mektup bana geldi. “Bu ne güzel şiir, nerden buldunuz?” üç yıl olmuş kitabı çıkmış, hem kitabın adı da “Arada”… Arada kaynamış gitmiş! Radyonun büyük etkinliği buradan da belli oluyor. Dil sorunu tabiî önemli bir öğe. Sanatçı her zaman toplumun önünde gitmek zorunda olduğu için bir şey söylememize imkân yok. Kendine karşı sorumluluğunda sanatçı kendi düşüncesi, dünya görüşüyle başbaşadır. O başbaşalığı içinde bir değerdir. Bunu ikiye de ayırabilir. Ben kendimi topluma adadım, toplumu eğiteceğim o da bir iştir. Hançerlioğlı sanatımız toplumu aşmıştır, dedi. Çok yanlış değil gibi geliyor. Son yıllarda 1960’dan bu yana Türkiye öyle büyük bir oluşum içinde, sosyal ekonomik sorunlarla öyle başbaşadır ki bizim sanatçılarımız bu oluşumun içinde gerektiği yeri alamamıştır, olaylar, bu gelişim bizim bu yanımızı aşmıştır. Sanatçıyı açmıştır. Onun ihtiyacına cevap verecek bir yapıtla, yapıtlarla karşısına çıkmamışızdır. Toplum başka türlü bir şiir istiyor. Ben özgürlüğümü korumak şartiyle istediğim gibi şiir yazabilirim, ama adam da beni okuyup okumamakta özgürlüğünü kullanıyor, çünkü ihtiyacı başka. Son yıllardaki hızlı oluşumun içinde yer alabilirse bir sanatçı, hattâ bir dağıtım sistemleri engellerini de aşarak geniş topluluğa ulaşabilir.
ŞÜKRAN KURDAKUL
Geçen oturum yaptığım konuşmada konuyu birlikte düşünmemizi sağlayacağını sandığım noktalara değinmeyi yeterli bulmuştum. Bu kez, birleştiğimiz plan içinde görüşümü özetleyerek, toplumsal koşullar önünde sanatçının davranışının ne olması gerektiği üzerinde düşüncelerimi açıklayacağım.
1 – Hangi parti hükûmet ederse etsin, sanatçının devletten bir şey beklememesi gerektiğini savundum, gene aynı kanıdayım.
2 – Gazetenin duyurma olanaklarından yararlanmanın da sanatla okumuşlar arasındaki ilişkiyi bir dereceye kadar genişleteceğini kabul etmekle birlikte Refik Erduran’ın da belirttiği gibi, sanatın özünde kalabalığa açılma özelliği yoksa bu desteğin de yeterli olacağını sanmıyorum.
3 – Türkiye’de milli eğitim politikasını “sanata karşı” bir anlayış çerçevesi içinde görmek zorunda bırakan sayısız örnekler vardır. Bu olumsuz durumun mutlaka değiştirilmesi için Edebiyat kitaplarının, Türk Edebiyatçılar Birliğinin de onayından geçirilmesini sağlayacak bir hazırlık çalışmasına geçilmesini öneriyorum. Daha sonra yapılmasında fayda gördüğümüz açık oturumlardan birinin öncelikle bu konuya ayrılması gerektiği kanısındayım.
Yayımcı-yazar ilişkisi üzerinde dururken edebiyatımıza büyük hizmeti dokunan Varlık Yayınevi’nin kişisel açılardan ve biraz da haksız eleştiriye uğradığı görüşündeyim. Bugün de en çok yerli yapıt basan yayınevinin Varlık olduğunu kısa bir araştırma ispat edecektir. Bu düşünceyle, yayımcı ve eleştirmen arkadaşımız Memet Fuat’ın kendi yayımladığı yapıtlardan verdiği örneklerin sayı düzeni üzüntü verici bulduğumu ifade etmek isterim. Bu gibi kitapları yayımlayan kitabevleri kutlanır, ama yayımlamayanlar kınanmaz. Bu, biraz yayımcının özel ilişkilerinin, tutumunun belirlediği bir davranıştır.
Türk yazarlarının daha çok basılması konusunda bence en pratik çare Yaşar Nabi’nin önerdiği gibi bir yargıcılar kurulunda birleşmek, seçilecek belli oranda kitabın basımını sağlamak için bir yol olabilir.
Ayrıca Türk yazarlarının kitaplarının basılması için kullanılacak kâğıt ücretlerinden bir indirim sağlaması için gene Türk Edebiyatçılar Birliği yolu ile çarelere araştırmak gereklidir.
Bence 700 bin okumuş içinde, -ki ortalama öğrenim yılının biriktirdiği bir sayıdır bu- sanatın ve edebiyatın izleyicisi halktan, onun gerçeğinden kopmamış, başka bir deyimle sınıfını değiştirmemiş kişilerdir. Bilinç olarak sınıfını değiştirmemiş kişileridir. Rauf Mutluay’ın da belirttiği tiyatro seyircisi, görünüşteki niteliğiyle, tiyatro edebiyatını da kendi peşinden sürüklemiş, anlattığı ölçüye yeni özelliği bilinen bir sınıfın düzeyine indirmiştir. Bu gerçek bile, sanatçının okunma sorunu dışında olmayan başka etkenleri göz önünde tutmak zorunda olduğumuzu göstermektedir. Bunlar, sinema, spor, foto roman, hafif müzik gibi etkenlerin önünde etkenlerdir. Sinema, spor, hafif müzik başka ülkeleri de etki alanına almıştır. Ama o ülkelerde edebiyatın gördüğü ilgi bizdeki ilgiyle oranlanamaz.
Türkiye, milli kültür olarak da bir tehdit altındadır bugün. Âsım Bezirci bir noktaya kadar haklı. Çeviri yolu ile gelen Batı sanatı, teknik yararları dışında öz öykünmesini de salgın hale getirmiştir. Bizim görevimiz Türk sanatını çağdaş tekniklerden yararlanarak oluşturmaksa kendi özümüzü yitirmeden yapılacaktır bu. Bu toplumumuz için de -ki bunda hepimiz birleşiyoruz- sanatçının bir ağırlığı olmamasına neden ararken özümüzü yitirme tehlikesine parmak basma zorunda kalıyorum önce. Asıl etken bu. Türk sanatının bir özellik yitirişine uğradığını gözlüyorsak, bir ağırlığı olmadığını gözlüyorsak bu sonuçta kendimizi de yargılamak gerektiğine inanıyorum. Toplumun istemi gün geçtikçe ortaya çıkmaktadır. Hangi atılımları ile bu istemle bu kadar çelişen bir edebiyat varlığını sürdürebilir? Bunun savunmak o edebiyatın erlerine, yorumcularına, eleştirmenlerine düşmektedir.
NECATİ CUMALI
Hançerlioğlu az okunmasına sebep olarak toplumumuzun bir değişme halinde olduğunu, yazarla sanatçının uyuşmazlığının toplum değişmesinden geldiğini söyledi. Buna katılıyorum. Bu meselelerden biri. Mehmet Seyda arkadaşımız güzel bir noktaya dokundu. Yazar sanatından sorumludur, dedi. Bizim yazarlardan sanatının dışında ayrıca bir sorumluluğu tartışmamız, zannediyorum ki gene konudan değişik bir yana itiyor konuşmalarımızı. Şimdi yazarın sorumluluğu ne olabilir? Geçen Pazar konuşmalarımızda uzun uzun konuştuk, yazarın karşılaştığı bütün güçlükleri ele aldık. Bunları burda hatırlarsak yazarın bu garip, bu çaresiz hali içinde, daha ne gibi bir sorumluğu olsun sanatını yapmaktan başka? Yazarın çalışkanlığı, verimliliği, kabiliyeti, sanatını hakkıyla yaymasına, tanıtmasına kâfi gelmiyor. Bunun dışında demek ki başka bir gayret gerekiyor ki bu da sanatçının kendi işi değil. Hele Batı memleketlerinde görüldüğü gibi ikinci bir kişinin işi olarak ortaya çıkıyor. Yazardan bekleyeceğimiz bir sorumluluk yok. Herhangi bir sanat eseri bir roman, bir şiir, bir hikâye kitabı artık bir editörün eline geçince bir ticaret metaıdır. Bir roman her şeyden evvel bir meta’dır. Basılır, bir sermaye yaratılır, mümkün mertebe satılması için bu tanıtılır. Burda bir reklamcılık vardır. Bu reklâmcılığı yapacak olan sanatçı mıdır? Reklamcılığa zaman mı bulsun? Ya da parası buna kâfi midir? Edebiyat ajanları diye bir adam çıkmış ortaya, bir meslek haline gelmiş, edebiyatçıyı mümkün mertebe tanıtmak için perde arkasında rol oynuyor, bunu biz bilmiyoruz. Şöhret diye tanıdığımız bir yığın Batılının arkasında bir edebiyat ajanı var. Bu adam bundan yüzde alıyor, bunu piyasaya sürüyor, tiyatroyla anlaşıyor, tabi ile anlaşıyor. Yazarı tanıtan bir yardımcısı var. Bizim memlekette yazardan bir de bunu beklemek gibi bir durum çıkıyor. Bu ayrı bir iş olmuştur çağımızda. Bir misâl vereyim: Albee, tanınmış bir tiyatro yazarı. Albee 35-40 yaşlarında bir adam, bakıyorsunuz Paris-Match dergisinde Albee ile ilgili uzun bir röportajı ne yapmış, küçükken nasıl şımarıkmış, nasıl mektebe gidermiş, orta okuyucunun, foto romanları okuyan okuyucunun ilgisini çekecek bir röportaj çıkıyor ortaya. Onun edebiyat ajanı gidiyor Paris-Match’a bizim paramızla 20 bin lira ödüyor o yazıyı bastırmak için. Bu böyle bir kâr konusu olduğu için. Biz Türkiye’de yerli yazar okunmuyor dediğimiz zaman o yerli yazarı tanıtmakla mükellef arkadaşların da bir yardımı gerekir. Rauf Mutluay arkadaşımız sporun, tiyatronun, sinemanın, edebiyat okuyucularını çaldığını söyledi. Spor için yapılan reklâmı alalım ele. Bütün gazetelerin günde birer sayfaları spora ayrılmış, radyolar barbar bağırıyor, şimdi açsak maçı veriyordur radyo. Bir edebiyat matinesi yaptığımız zaman radyo veriyor mu? Tiyatro böyle. Her tiyatro kuran, onun reklâmı için muayyen bir yüzde ayırıyor, afişlerini bastırıyor, gazetelerle anlaşıyor, kokteyller düzenliyor, geliyor gidiyor, “nasıl oynadığım piyesten daha çok bahsedilir” diye. Bir hikâye kitabını, bir romanı bu hale getirmek lâzım, bunun zavallı sanatçıdan, hele bizim memleketimdeki çaresiz sanatçıdan bekleyemeyiz, sorumluğu yoktur kanaatimce. Biz de reklâm, Tevfik, hapis ve ölüm. Ölen sanatçı bir kere daha kitaplarını bastırmak, satmak şaşına ulaşıyor. Bizim reklâm şansımızı bundan ibaret. Gelelim Sunullah’ın bir sözüne, cevap vermeden geçemeyeceğim. Diyor ki, 1960’dan sonra Türkiye’de sosyal olaylar son derece hızlı gelişiyor, sanatçı buna ayak uyduramıyor. Ama Sunullah biraz önce dedi ki, Necatigil’in “Arada” şiirini radyoda okuduktan sonra bana mektuplar geldi, “bu şiiri nerden aldın, nerden çıktı” diye. Acaba sanatçı ayak uydurmuyor mu? Yoksa okuyucu habersiz mi? Belki de sanatçı ayak uyduruyor ama, eserine o kadar lâkaydi var ki, o kadar okunmuyor, o kadar bilinmiyor ki ayak uydursa da uydurmasa da kim farkında? Ancak gazete fıkra yazarlarının eline geçti mi bu konular, – sanatçını mülhem konular, sanatçının evvel şiirinde, hikâyesinde işlediği konular- fıkra yazarının eline geçti mi, halka iniyor. Bu sanatçının günahı değil…
OKTAY AKBAL
Konuşmalarda yeni edebiyatın toplumu aştığı söylendi. Bence her çağda edebiyat toplumu aşmıştır. Üstelik bizim toplumumuz… Öğretim görmüş 700 bin okur yazar varmış 33 milyonluk bir memlekette! Elbette ki edebiyat toplumu aşacaktır. Millet olarak, 33 milyon olarak düşündüğümüz zaman her şey toplumu aşıyor. Atatürk devrimleri toplumu aşmıştır. Bugün Medeni Kanun başta olmak üzere bütün yasalar toplumu aşmaktadır. Anayasa toplumu aşmaktadır. Bunlar ancak devlet gücüyle tutunuyorlar, yürütüyorlar etkilerini. Edebiyat da toplumu aşıyor, aşmak zorunda. Her çağda olduğu gibi bugün de aşıyor. Bunu da gene devlet zoruyla yürütebilir. Nitekim uyanık bir bakan geliyor. Hasan Ali Yücel zamanında olduğu gibi, edebiyata biraz önem veriyor, okul kitaplarına sokuyor yeni şiirleri, yeni hikâyeleri, kitaplar satın alınıyor, Milli Eğitim Bakanlığı satın alıyor yüz tane, başka bir yer satın alıyor yetmiş tane. Böylece devlet kitapların satışını etkilemiş oluyordu. 1939 yılında Neşriyat Kongresi toplanmış, o kongrede yazarların kitaplarını bütün Türkiye’ye dağıtamadıklarından şikâyet edilmiş. Bunları basılmış bir kongre kitabında okudum. Yazarlar kalkmış şikâyet etmişler, tıpkı bugünkü konuşmamız gibi “kitaplarımız basılmıyor, basılanlar Türkiye’de dağılmıyor, bunu Eğitim Bakanlığı ele almalı” diye. Hasan Âli bey de, o havada olan yetkililer de, diyorlar ki “Devlet Kitapları Mütedavil Sermayesi adlı bir teşkilât kurmalı”. Ve kuruluyor. Bu sadece Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınlarını basmak, Türkiye’de dağıtmak için değil. Serbest yazarların da kitaplarını dağıtacak. Bu niyetle kuruluyor. Ama devlet sanata önem veriyor ve tutuyor. Yani devrimci bir görüş var o zaman hükûmette, iktidarda. O tutuyor yazarı, himaye ediyor, mevki veriyor, hatta bir takım imkânlar gösteriyor. Ama düşman olunca devlet, yazarı, edebiyatı zaten sevmezse tabiî yapılacak hiçbir şey kalmaz. Bu bakımdan toplumu aşmasını bir kusur olarak görüyorsak bence değil, normaldir. İkinci noktada şu yazarların sorumluluğu. Yarın sorumluluğu. Bir kere sorumluluk kelimesi üzerinde hiçbir arkadaş durmadı. Sorumluluk nedir? Nedir sorumluluk? Yazarın sorumluğu derken ne anlıyoruz? Yazar olarak nedir benim sorumluluğum? Kırk defa da yazmışızdır ya. Sağlama bakımından düşüneceğiz. Yazarın görevini yapması bakımından… Sorumlu olan bir kişi etkili olan bir kişidir. Olmalıdır daha doğrusu. Yani tek başına bir sorumluluk hiçbir şey ifade etmez. Bir şey yapmadıktan sonra, yani gücüm yoksa sorumlu olmuşum olmamışım kimsenin umurunda olmaz, vız gelir. Bir yazarın etkili olması da nasıl olur? Geniş bir kütleye seslenebilmesiyle olacak. Seslenebilmek olanaklarının elinde olmaması gerek. Gazeteye yazdığın zaman bir yazıyı, elli bin kişi okuyor. Bir edebiyat yazısını… Bir etkisi oluyor onun. Uzun yıllar kitap yazıları yazdım. Bir kitaptan bahsediyorsunuz bazı etkiler, yararlar oluyor. Bütün gazeteler bunu yapsalar etkisi görülür. Olmasa, yani gazeteye yazamazsanız, radyoda bunu söyleyemezseniz, kitabınız basılmazsa, yahut geniş yayın olanakları bulunmazsa bir yazar nasıl etkili olur? Böylece, topluma karşı sorumu varsa bunu nasıl yerine getirir? Ancak Mehmet Seyda’nın da dediği gibi yazarın sorumluluğu kendi içindeki sorumluluktur. O da gücü yettiği kadar iyi yazmak, doğru yazmak. Bunu da Sait Faik “Havada Bulut” romanında yazar, gazetede iş arar da “Sizin dünya görüşünüz nedir? diye sorar patron, o da nasıl bir dünya özlediğini, iyi dürüst bir dünya özlediğini söyler, tabiî patron bunu kovar. Dürüst dünya işine gelmediği için… Sait’in o yazısında yazarlara düşenin doğru söylemek, kendimize karşı doğruyu söylemek, okuyucuyu aldatmamak, patrona, hükûmete, hattâ halka dalkavukluk etmemek olduğunu söyler. Hatırladığım bunlar şimdi.
BEHÇET NECATİGİL
Bugünkü konuşmamızın konusu yazarların topluma ve kendine karşılığı sorumluluğu idi. Hareket noktamız budur. Ben yalnız bu açıdan görüşlerimi belirtmek isterim. Yazarın topluma ya da kendine karşı sorumluluğu şunlar olsa gerek: Yazardan bir şeyler sorulacaktır, bir şeylerin hesabı istenecektir ondan. Sen niçin bunu böyle yazdın diye sorulacaktır. Ya da sen bunları kimin için, hangi amaçla yazdın? diye sorulacaktır. Bütün sorumluluk, bütün bu soruların toplamı olarak çıkacaktır karşımıza. Yazarın kendine karşı sorumluluğunu az sonra düşünmek isterim. Topluma karşı sorumluğu deyince belki son yılların siyasal, toplumsal olayları etkisinde, bunu yazarın sadece halkın uyanmasında aktif bir rol oynaması şeklinde alıyoruz veya böyle düşünmek istiyoruz. Yani yazardan eserlerinde siyasal bir tutum bekleniyor. Bu yazarın özgürlüğünü kısıtlama olabilir pekâlâ. Çünkü yazar bu takdirde öğretici bir niteliğe bürünmek zorundadır, bir siyasi görüşün savunmasını yapacaktır. Namık Kemal, Mehmet Emin, Ziya Gökalp bunu yaptılar. Fikret kısmen bunu yaptı. Bugün de böyle toplumcu bir sanatı, sadece toplumcu sanatı, yazarın topluma karşı sorumluluğu olarak görmek isteyen çevreler pek çok. Ama bu sanatı daraltma oluyor bence. Demin de kullandığım kelimeyi kullanayım. Sanatı bağlamak, sanatı tek eksen etrafında toplamak, sanatın gelişmesi bakımından iyi değil gibime gelir. Bu noktada işe sanatçının kendine karşı sorumluluğu çıkar ortaya. Sanatçı, topluma karşı sorumluluğunu, topluma sanatın çok değişik cephelerini belirtmekle de ödeyebilir, yerine getirebilir. Öyle yaptığı vakit, yani ayni potada yuğrulmayı reddettiği vakit sanatın yeni variyantlarını, yaşamlarını, başka başka insan ruhlarında yansıyış şekillerini, toplumdan gelen algıları kendi prizmasından geçirerek verişleri, ortaya koyduğu oranda sanatçı kendine karşı sorumluluğunu, ödevini yerine getirir bence. Yani sanatçı toplumun herhangi bir dönemdeki isteklerine, yahut toplumu yönetici sınıfların, yönetici kliklerin ayırtlarına, -ayartı demeyim de- çağrılarına hiçbir vakit boyun eğmemelidir. O içinden gelen sesin peşine düşmeli. O vakit kendine karşı sorumluğunu yerine getirmesi kolaylaşır. Bu toplumun kolayca kullanabileceği ortamlardan kaçmak şeklinde belirecektir. Toplum siyasi havayı yansıtan eserleri kolayca kabul edebilir. Toplum alışagelmiş edebiyat geleneklerine uygun ya da hislerini en üstünkörü okşayacak eserleri kabul edebilir. İşte piyasa romanları, pek makbul bazı şairlerin eserleri. Her iki durumda sanatçının kendine sorumluluğu, bunları bir yana itip daha zor sanatı yapabilmesidir. Ama bu sanatı topluma yayabilmek, toplum katlarında bu sanata muhataplar sağlayabilmek, toplum katlarında bu sanata muhataplar sağlayabilmek sanatçının elinde olan bir şey değildir.
AZRA ERHAT
Geçen defa gelemedim. Geçen defa neler konuştuğunuzu az çok biliyorum. Vedat Günyol bana anlattı. Sanıyorum geçen defadan ilham alarak sizin önünüzde bugün gülünç olmaya geldim. Evvelâ tek kadın olduğum için. Korkmuyorum bir bakıma, ama bir bakıma da korkuyorum. Geçen Pazar biraz yakındınız, kitaplarımız basılmıyor, yayılmıyor, gerektiği kadar reklâm yapılmıyor diye. Bense bugünkü tecrübelerimle, ve gerçekten şaka etmiyorum, size diyebilirim ki, Candide gibi söyleyeyim “Tout est pour le mieuz dans le meilleur des nondes possibles.” diyeceğim. Bu Türkiyemizde hepimizin yıllardan beri yaşadığımız koşullar içinde gene de şiir tutunuyor, gene de edebiyat tutunuyor, gene de eksik olmasın editörlerimiz var, gene de bize para veriyorlar, gene de her şey çok iyi gidiyor. Yani bundan daha iyi gitmesini nasıl düşünebiliriz? Siyasetimize bakalım, bilmem nelerimize bakalım, bence en mutlu olunan çevrelerden biri de bu bizim çevremiz, karnımız doyuyor ve aşağı yukarı edebiyatla da, başka bir şeyle de doyuyor. Bana diyorlar ki, senin İlyada’n basılmıyor, üç senedir, uğraşıyoruz, basılmıyor, yirmi bin lira da vermiyorlar, vermiyecekler. Sonunda on bin liraya, beş bin liraya bu iş basılacak, gene de olacak. Ondan sonra bir şey yaptığımız zaman pekâlâ ilgi görüyoruz. Baksanıza, tiyatroları görüyorum, şaşılacak bir şey, İstanbul’da bu kadar tiyatro olması, bu kadar tiyatroya gidilmesi, bir kitap yazıldığı zaman pekâlâ okunuyor. Yani malûm ölçülere göre…
NECATİ CUMALI
Yani basılma şansını bulursa demek istiyorsunuz!..
AZRA ERHAT
Bulunuyor basılma şansı.
YAŞAR NABİ NAYIR
Yazarların basılmamış pek çok kitapları var, ondan geliyor şikâyetler.
AZRA ERHAT
Elbette ki hepimizin pek çok şikâyetleri olabilir. Ne var ki bunları bir şikâyet şeklinde değil de, bir iyimser hava içinde halletmeye, çözümlemeye çalışalım, diyorum. Bu iyimser hava salt olarak benimsenmelidir. İkincisi demin sorumluluk, Necatigil arkadaşımın ele aldığı sorumluluk konusu, sorunu. Bana öyle geliyor ki bu sorumluluk meselesini iki çember olarak, iki sorumluluk olarak düşünmek lâzım. Birbirinin içinde. Birinci aşamasında sanatçının topluma karşı; yani sanatçı topluma nasıl bir hizmet yapıyor ve o bakımdan nasıl bir sorumluluk yükleniyor. Arkadaşım demin dedi ki, işte biliyoruz öteden beri toplumsal sanat dendi, bilmem ne dendi. Şükür bu aşamaları aştık, arık biliyoruz ki belli bir politika adamı değil sanatçı. Ve sanatçı elbette ki çok öndedir ve hiçbir eleştirici hiçbir politika adamı sanatçıya bir yol çizemez. Yılların denemesi bunu gösterdi. Böyle bir problem Türkiye’de de kalmamıştır. Değil mi?
OKTAY AKBAL
Bizim aramızda yok.
AZRA ERHAT
Aşılmış bir problemdir. Yok, başka çevrelerde varsa bile sönmekte olan bir problemdir. Yani bunu aştık. Bu da fena mı yani!.. Ne kadar sevinsek, ne kadar bayram etsek azdır. Birinci derecede sorumluluk yok. Yani sanatçı hürdür, başka türlü bir sanatçı düşünülemez. Fakat ikinci yöndedir asıl sorumluluk. Ben inanıyorum ki her yazar, her sanatçı, her düşünürün elbette ki çok belli, kesin bir politikası vardır. Bu patikadan, bu dünya görüşünden şaşmaz. Temiz bildiğimiz adamlara bakın bütün dünyada, dönmüş kişiler değildir, bence dönmelik her bakımdan berbat bir şeydir, hele fikir sahasında! Ama bazı “mis ou point” ları bugün yapabildik, bunu yirmi sene önce yapamıyorduk. Elbette ki: hepimizin çok belli bir politikası vardır, bunu gerçekleştirmektir bütün amacı, bütün hayatı. Başka bir şeysi de yoktur, onun için yaşar. Peki bu sorumluluk nasıl belli olur? Burada da belki yine kadınca bir şey söyleyeceğim: yazdığını ve söylediğini tam yaşamakla. Burada belki de bunu daha iyi anlamadık. Sartre’ı çok seviyorum son zamanlarda, çünkü bana yaşadığım her fikrin ancak tam yaşanmış olursa bir şey verdiğini söylüyor. Biz şarktan gelme olduğumuz için bunu daha yeni idrak ediyoruz. Emin olun, daha çok yazdığımızı yaşarsak, muhakkak, yazdığımız daha çok etki uyandıracak. Hiç o propagandalara, reklamlara falan lüzum yok, sanatçıysak bunu kendimiz yapmak zorundayız. Yok bizim ajanımız majanımız olamaz bu dünyada. İhtiyaç yok böyle şeye, bunu ancak kendimiz yapabiliriz. Bunu da ancak yaşamakla yapabiliriz. Ben çok iyimser değilim. Türkiye’de sanatçılar çok yaşamıyorlar. Yaşantıları çok kuvvetli olmuyor. Bir sanatçı tanıdım, Orhan Veli’ydi, o tam yaşadı.
ÜLKÜ TAMER
Azra hanım gibi iyimser bir sanatçıdan sonra konuşmak belki biraz talihsizlik. Ben de bu konuda, sanatçının sorumluluğu konusunda kısaca şunları söylemek istiyorum. Aslında bu söylemek istediklerimin büyük bir kısmı burada söylendi. Bence de sanatçının -burda edebiyatçı kelimesini kullanayım- bir edebiyatçı, bir insan olarak, iki ayrı sorumluluğu var. İnsan olarak sorumluluğunu hepimiz biliyoruz, o topluma karşı sorumluluğudur, o toplumu daha iyiye götürmek, değiştirmek için bir takım çabalar gösterir. Göstermelidir. Ama bunu insan olarak ancak Türkiye’de yaparsa başarı sağlayabilir. Ben edebiyatçı olarak, edebiyatçı kişiliğiyle toplumumuzu daha iyiye götürebileceğini ve onu değiştirebileceğini pek sanmıyorum. Türkiyenin bu günkü durumunun hepimiz biliyoruz muhakkak. Radyolarda neler yapılıyor, gazetelerde neler var, ortam apaçık meydanda. Şimdi edebiyatçının bir kişiliği vardır. Bu kişilik kendiliğinden oluşan bir kişiliktir. Edebiyatçı onu değiştirmeye kalksa, zorla onu değiştirmekte bir başarı sağlayamaz. Diyelim Ece Ayhan bugün Nazım Hikmet gibi yazmaya kalksa ama bu kendiliğinden gelen bir şey değil de zorla kendisi “Nazım Hikmet gibi şiirler yazacağım bundan sonra” diye masanın başına otursa muhakkak çok başarısız şeyler verecektir. Ama başka bir ortamda Ece Ayhan’ın edebiyatçılığı, edebiyatçı kişiliği daha başka türlü gelişebilirdi. Meselâ bugün elimde bir kitap vardı. Voseozenski’nin, gelirken karıştırıyordum, kitaplarından bir tanesi “Karşı Dünyalar”ın ilk baskısı 60 bin. Bu, bir gün içinde bitmiş. Truman Capote’un Amerika’da yeni çıkardığı “Soğukkanlıkla” adlı kitabı 28 gün içinde 500 bin satmış. Bunlar tabiî ki belki istisnalardır. Çok satan kitaplardır. Ama bu kitapların bu kadar çok satması, edebiyatın o kadar çok okunması imkânı var demektir. Türkiye’de tabiî ki böyle bir imkân yok. Bu bir. Radyo ve gazetelerde buna yardımcı olamıyorlar. Bugün ilerici bir gazete olan Milliyet’te her hafta ilâvede verilen hikâyelerde kalitenin ne kadar düştüğünü görüyoruz. Ömer Seyfettin’in Efruz Bey hikâyesini radyo için uygulamıştım. Bunu yayınlamak istediler, kabul ettiler, mikrofona kondu, oyuncular oynadılar, ben bunun telif ücretini aldım, oyuncular aldılar, yönetici aldı. Radyo dergisinde oynanacağı günü, saati belirtildi. Fakat o gün yayınlanmadı. Merak ettik sorduk. Ankara’dan şöyle bir cevap gelmiş, “Bunu şimdi yayınlamayacağız, çünkü içinde çok “yaşasın hürriyet” sözü geçiyor.” “Halk, yaşasın hürriyet” diye bağırıyor, o anda radyoyu dinlemeyip de tesadüfen sokaktan geçen birisi radyodan bu “yaşasın hürriyet” sözlerini duyarsa ne düşünürmüş! Durum böyle. Radyoda durum böyle. Başka alanlarda, diyelim tiyatroda. Tiyatro da halk daha kolay şeyler istiyor artık. Mutlaka ve mutlaka komedi arıyor. Bizim tiyatroda “Palto”yu oynarken her gün görüyorum, gişenin önüne geliyorlar, memura soruyorlar Komedi mi, dram mı?” diye. Dram deyince bilet almaktan vazgeçiyor, geri dönüyor. Dormen Tiyatrosunda “Bugün Git Yarın Gel” kapalı gişe oynanıyor. Küçük Sahne’de “Kaktüs Çiçeği” kapalı gişe oynanıyor. İstanbul Tiyatrosu çok iyi iş yapıyor. Buna karşılık bir “Palto” ya da Kenterlerde “Ver Elini Yeni Dünya” tutunamıyor ne kadar başarılı olursa olsunlar. “Teneke” tutunmuştu, o da çok tutundu denemez, iyi iş yaptı, kendini kurtardı. Fakat çoğu zaman da tutmuyor. Tutması bazen olağanüstü şey oluyor. Ortam böyle Türkiye’de, böyle olunca da sanatçının kişiliği ancak bugün gördüğümüz şekilde gelişebiliyor. Aziz Nesin 1960 öncesine göre daha az satan bir insandı. Çünkü 1960 dan önce okuyucu birtakım şeyleri Aziz Nesin’in hikâyeleriyle karşılaştırabiliyordu. Çünkü başka bir takım eserlerin yayınlanması imkânsızdı. Marx, Lenin yayınlanamıyordu. Bugün onlar yayınlanıyor ve Aziz Nesin’in o anlamdaki işlevi bugün daha zayıftır, daha geri plândadır. Bugün Aziz Nesin bile satmıyor. Doğrudan, birinci elden başka kitaplar okuyor okuyucu. O anlamda almak istediklerini alabilmek için. Ortam böyle olunca, edebiyatçının bence bugün Türkiye’de tek bir sorumluluğu vardır, o da kendine karşı, kendi sanatına karşı olan sorumluluğudur. Mehmet Seyda ile bu konuda yüzde yüz aynı şekilde düşünüyorum ve sanatçı da, edebiyatçı da yazdıklarıyla bugün bir tek şeyi değiştirebilir, kendini. Kendinden başka bir şeyi kolay kolay değiştirebileceğini sanmıyorum. Ama demin dediğim gibi ortam daha başka türlü olsaydı, daha değişik olsaydı o sanatçının kişiliği daha başka türlü gelişebilirdi.
SABAHATTİN KUDRET AKSAL
Konuşma iki ayrı sorun arasında biraz zikzak gibi geldi bana. Bunlardan bir tanesi sanatçının sorumluluğu, öbürü de sanatın, edebiyatın yayılması, okuyucuya duyurulması sorunuydu. Ben de bu iki uçta görülen iki sorun arasında zikzak yaparak konuşmaya çalışacağım. Sanatçının sorumluluğu. Arkadaşlar sanatçının sorumluluğu derken iki sorumluluktan bahsettiler. Ben de bu ölçü içinde düşünüyorum. Sanatçının halka karşı, okuruna karşı sorumluluğu, bir de kendine karşı sorumluluğu. Sanatçıdan halka karşı sorumluluk duyması istenmiştir. Bunun anlamı şudur bence: Sanatçının halkı ışıtması aydınlatması. Bir de sanatçının kendine karşı sorumluluğu vardır. Kendisini gerçekleştirmesi. Kendisini ışıtması. Bu iki sorumluluk uyuştuğu zaman öyle sanıyorum ki sanatçı okuruna karşı gitmiş, yayılmıştır. Yani sanatçı kendisini ışıttığı zaman halkı da hemen o yıllar içinde, aradan zaman geçmeden, gelecek zamanlara ihtiyaç kalmadan ışıtabilmişse, bu, sanatçıyla halkın uyuşması olmuştur. Fakat çok kez bu, böyle olmamıştır. Sanatçı kendisini gerçekleştirmiş, ama halktan ayrı düşmüştür. Yani bir çelişki ortaya çıkmıştır. Bu çelişki sonucunda da sanatçının halktan kopması olayı meydana gelmiştir. Şimdi uyuşma bahis konusu değil. Uyuşma olduğu zaman, bu mutlu bir sonuçtur. Bunun tartışması yapılamaz. Ama çelişki meydana geldiği zaman, yani sanatçı kendini gerçekleştirdiği, sorumluluğunu kendine hizmet ettirerek kendini gerçekleştirdiği, ışıttığı, doğru ve güzel kavramını kendi anlayışı içinde gerçekleştirdiği zaman, halkla bir anlaşmazlık, bir ayrılık, bir aykırılık haline düşerse ne yapacaktır? Bu çelişkinin içinden nasıl çıkacaktır? Bence bunun karşılığı şu olsa gerektir. Gene önce kendine hizmet edecektir. Çünkü eğer kendini ışıtmazsa o gün için söz konusu bile değil, fakat gelecek zamanını da ışıtması artık söz konusu değildir. Demek ki bir çelişme meydana geldiği zaman sanatçının önce -arkadaşlarım da daha çok bu yöne bastılar sanıyorum- kendi sorumluluğunu duyması lâzımdır. Kendini gerçekleştirmek, kendi doğru ve güzel kavramını kalıplaştırmak ve gerçekleştirmek sorumluğunu duyması gerekir. Şimdi çizginin öbür yönündeki soruna doğru biraz kayalım, neden bir az okunma hali var, neden sanatçı, edebiyatçı yaygın değil? Bunun, bir genel sebebi olduğuna, bir de bizim ülkemiz için ayrı bir sebebi olduğuna inanıyorum. Genel sebep belki dünyanın her yerinde az veya çok zaman zaman görülmüştür. Sanatçı arkadaşlarımın bazılar da değindiler buna, hızlı giden bir varlıktır. Toplumun önünde gider. Halk bir uzman değildir, sanatçı uzmandır. Uzman olmayan halk uzman olan sanatçıya çok kez yetişemez. Şöyle geçmişe, geçmiş zamanların edebiyatlarına doğru bir göz atalım. Ne zaman edebiyatçı daha çok okunmuştur? Ne zaman daha çok yayılmıştır? Öyle zannediyorum ki, klâsik çağlarda. Klâsik çağlar ne zaman olmuştur? Duruk toplum çağlarında. Yani toplumun değer yargılarının uzun bir süre devam ettiği, yerleştiği çağlarda. O zaman bütün değer yargıları, zevkler, elli yıl, yüz yıl, yüz elli yıl bir süre devam etmiş, toplum duruklaşmış, yerleşmiş oturmuş, pek tabiî sanatçı da bu duruk toplumun bir adamı olarak aynı şeyi devam ettirmiştir. Tabiî o zaman hız kesilmiştir. Yani okurun sanatçıya yetişmesi kolaylaşmıştır. Okurun istediği kolaylık kendinden sağlanmıştır. Ama oluşum halindeki toplumlarda durmadan yenilikler yenilikleri kovalamış, durmadan bunalımlar bunalımları kovalamış, ve sanatçı yeni özler, yeni biçimler aramış. Patolojik bir deyim olmak için söylemiyorum, bir deyim olarak, bir tarif olarak söylüyorum, bir yenilik tutkusuna kendini kaptırmıştır. Ama aynı yenilik tutkusuna kapılması hiçbir zaman okuyucudan istenemez, zaten öyle bir şey imkânsızdır da. Bu tarih içinde, dünyanın her yerinde görülen bir olay kanımca. Bir de ayrıca bizim için bu durumu, bu gözlemi arttıran başka bir özellik var. Çok başka koşular var. O da şu: biz 1839 yılından bu yana, yani Tanzimattan bu yana, Batı’nın Rönesans’la yaptığını, hattâ daha gerilere Eski Yunan’a gidelim, çok daha eskilerden başlayan ve yüzyıllara sığın bir medeniyeti, bir sanat gelişmesini 140 yıl içine sığdırmak istiyoruz. Sığdırdık da aşağı yukarı. Yani kovalamaca yerine geldi. Bir yerde Batı’ya bugün yetişildi. Tabiî, hem oluşum içinde bir toplum 1839 dan bu yana, hem de o güne değin hiç dünyadan, dünya edebiyatından haberi olmayan bir toplum ve yüzyılların ürünlerini, akımlarını, düşünüş tarzını, biçimlerini, gelişmelerini 140 yıla sığdırmak istiyor. Korkunç bir hız. Tabiî bir okurdan bu beklenemez. Bu, tabiî bir olaydır. Değiştirilemez. Yani sanatçı burda artık hiçbir şey yapacak durumda değildir. Sanat edebiyat bir başka dildir. Türkçe bilen herkes Türkçe şiiri anlamaz. Fransızca bile herkes Fransızca şiiri anlamaz. Ayrıca o şiirinin dilini de öğrenmesi gereklidir. Bir eğitim işidir kısaca. Şimdi klâsik dediğim şey, ben öyle sanıyorum ki bu dilin ortaklaşması, genişlemesi ve yaygınlaşması demektir. Yenilikler bu dilin çok daralması, bazan hattâ tek adama kadar, tek bir kişiye kadar inmesi demektir. Klâsikle yenilik arasında bu bakımdan böyle aldatıcı bile çelişki görülürse de ben inanıyorum ki hiçbir çelişki yoktur. Her yenilik klâsiğin bir devamıdır. Yani yenilik ayrılmada, kopmada, tek kalmada değil, ortak dilin içinde, dilin içinde o ikinci dil içinde bir kişilik, bir nitelik, bir ayrıcalık bulabilmektir. Bizim edebiyatımıza da bakarsak görürüz ki ne zaman klâsik biçimlerden kopmuşsak, daha doğrusu klâsik biçimin özünü yitirmişsek bu hiçbir zaman bir kalıplaşma demek değildir. Klâsik ancak Akademizme dönüştüğü zaman kalıplaşma olabilir. Ne zaman o sesi koruyabilmişsek o vakit o yenilik gerçekleşmiştir, ortak yaygın daha kapsamlı bir şekilde yenileşmiştir. Bunun içindir ki daima kendi dilimizin klâsiğe yardım etmemiz lâzımdır. Ve bir anlamda klâsik değerlerin ölçülerin, klâsik ruhun sağlanması sanıyorum edebiyatta biçim kaygısının bir yana atılmamasından doğar. Biçim kaygısı bir yana atıldığı zaman o vakit klâsik özlerden uzaklaşmış oluruz. Şunun için, çünkü biçim dediğimiz şey edebiyatta bir ortak yandır, büyük bir kalıptır, çok kişiyi toplayan, bir araya getiren bir şeydir. Bir şair, hatırladığıma göre Cahit Sıtkı şöyle bir şey söylemişti, “bir duygu var, bir öz belki pek orijinal, belki egzantirik, belki duyulmamış, görülmemiş, el değmemiş bir öz. Şimdi o kadar el değmemiş, o kadar orijinal ki belki sadece kendimize ait bir öz”. Bu çok değerli bir şey şüphesiz. Ama bunu o haliyle, orasından burasından dağılan haliyle gelecek zamanlara ve başka insanlara nasıl ulaştırabiliriz? Biçim odur ki, saran sarmalayan ve özellikle, bunlar arasında ortak yönleri bulan ve bu yolla gelecek zamanlara ulaştıran bir nitelik. Yani onu kesinleyen, sınırlayan, çizgileyen bir nitelik. Şimdi burada, konuşmanın son bölümünde toplanmaya muhtaç bir durum var, onu şöyle toparlayabilirim. Halkın edebiyattan kopmasını bir, genel olarak, bütün toplumlardaki koşullarıyla açıklamaya çalıştım. Bir de Tanzimattan bu yana bizim edebiyatımızda, edebiyatımızın Batı edebiyatına yetişmek amacıyla çok hızlı gitmesi yönünden açıkladım. Bir de ayrıca zaman zaman görülen klâsik ölçülerden uzaklaşmayla açıkladım. Biçimden kaçmayla açıkladım.
HÜSAMETTİN BOZOK
Geçen toplantıda bulunmadım. O toplantının özeti ve burda konuşulanlar bugün edebiyatçının eserlerinin halka ulaşamadığı, çok satılmadığı neticesine varıyor. Ben yine en basit ve somut olan bu nokta üzerinden konuşacağım. Dendi ki eleştirme görevini yapmıyor, yayınevi basmıyor, okuyucuya gitmiyor. Bütün bunların dışında sanatçının demeyeyim, yazarın kendine özgü bir görevi var. Yazar işe başlarken kime hitap edeceğini evvelden kestirmiş midir? Çünkü bugün memleketimiz 30 küsur milyon, bunun yüzde otuzu okuma yazma biliyor. Bu yüzde otuzu ancak nüfus kâğıdını okuyacak durumda insanlardır. Bu yüzde otuzunda yüzde otuzu bile en basit bir şeyi okumak ihtiyacını kazanmış değildir. Bu şekilde darala darala okumaktan zevk duyan insanların sayısı çok az bir seviyeye geliyor. Bu durum karşısında bizim sanatçımız kendini okutmak için ne gibi bir çaba gösteriyor? Meselâ büyük reklâmlardan bahsedildi. Ece Ayhan burda değil darılmasın, faraza Ece Ayhan için Zeki Müren’e yapılan reklâm yapılsa dahi kitabı bu memlekette elli bin okunup satılmaz. Çünkü o, önceden kendi okuyucusunu, hitabedeceği kütleyi tayin etmiş durumda. O da, zevkleri incelmiş, Avrupa edebiyatına yakınlaşmış dar bir toplumun yazarı olarak kalmaya mahkûm. 250 kitabı satıldı, bunun on mislini arttıralım 2500, yüz mislini arttıralım 25 bin kişidir. Halbuki Türkiye 32 milyondur. Bu durumda yazar bir çaba göstererek hem okuyucusunu meydana getirmeli, hem de bu okuyucu kütlesini genişletmeye çalışmalıdır. Benim gördüğüm durum yazarın buna yanaşmamasıdır. Kitaplar onun için satılmamaktadır. Gene Ece Ayhan üzerine söyleyeyim, herhangi bir kurum 500 bin, bir milyon bassa, bunu Türkiye’nin en ücra yerlerine kadar bedava dağıtsa gene okunmayacaktır. Çünkü kendisiyle okur arasında, kime hitap ettiği hesap ederek işe başladığından bağı koparmış durumdadır. Sabahattin Kudret çok güzel şeyler söyledi. Ben onun büyük kısmına katılıyorum. Sanatçı bulunduğu toplumu ışıtan kimsedir, dedi. Buna yakın bir söz de Tolstoy’undur, ki ben şaşırdığım zamanlar daima bu sözü hatırlarım, “Sanat en iyi bir terbiye vasıtasıdır” der. Sanatkâr bulunduğu toplumu eğitecek bir durumda insandır. Bu eğitici yönden çabalar ve çalışmalar dar bir zümre içinde kalmaya mahkûmdur. Bu, bir laboratuar tecrübesidir. Ancak sanatkârların kendi aralarında birbirlerinin güçlerini arttıracak, daha ileri atılımlar yapacak bir durum yaratır. Kütle üzerinde büyük etkisi olduğunu sanmıyorum. Kati olarak bilmiyorum, ama kuvvetle tahmin ediyorum, bugün Fransa’da bildiğimiz modern muharrirler Nathallie Sarraute, Michel Butor okul kitaplarına geçmiş insanlar değildir. Yeni yeni Malraux’yu filan okul klâsiklerine aldılar, böyle kitaplar çıkıyor. Mauriac falan… Onlar dahi bir mesele oluyor. Avangartlık ayrı, geniş kütlelere çıkacak eser bence ayrı.
CEMAL SÜREYA
Hüsamettin beyin açıklamasından sonra ben aslında önemli olduğunu zannettiğim, geçen defa da üstünde pek durulmayan eski bir soruma geçeceğim tekrar. Eğer bir memlekette avangard eser 3000 basıyorsa avangard olmayan ve demindenberi herkesin özellikleri bakımından üzerinden toplandıkları eserler 5000 basılıyorsa o zaman her ikisi de satmıyor demektir.
YAŞAR NABİ NAYIR
Elli bin.
CEMAL SÜREYA
Eğer bir memlekette avangard eser üç bin öbür olmayan eser on bin basıyorsa avangard eser ona göre daha çok basılıyor demektir. Şu demektir aynı zamanda, memlekette nüfusuna ya da aydın sayısına oranlarsak, öbür meselelerine göre oranlarsak, kitap okunmuyor demektir. Biz meseleyi buradan ele alacaktık. En okunan eser niçin okunmuyor? Orhan Kemal niçin okunmuyor? Halbuki biz tartışmayı soyut eserlerin tartışması haline getirdik. Halbuki sorumuz bir eser nasıl olmalı değil, çünkü yazarın sorumluluğu demek, bir eser nasıl olmalıdır? Demek sorusuna eşit bir sorudur bu. Meselemiz bu olmamak gerekirdi. Okunan yazar da satmıyor. Demek ki Türkiye’de kimse okumuyor. Meseleyi buradan almak, bunun sebeplerine inmemiz lâzımdı. Halbuki biz çare olarak eserimizi nasıl değiştirebiliriz diye düşünüyoruz ve sorumluluğumuzu ölçmeye çalışıyoruz. Şükran Kurdakul bir söz söylemişti geçen hafta, demişti ki “ayrı bir dille konuşuyoruz” demişti. Onu soyut sanat eseri için söylemişti. Ben bunu bütün Türk edebiyatçısı için, soyut olmayan için de söyleyeceğim. Demek ki ayrı bir dille konuşuyoruz, Orhan Kemal’de demek ki ayrı dilde konuşuyor. Bunun sebeplerine inmek lâzım bence. Ayrıca şunu da söyleyeyim, acaba bunun sebebi nedir? Bütün dünyada olduğu gibi bir takım sebepler vardır. Edebiyat geri kalmaktadır, öbür uğraş alanlarına göre. Fakat Türkiye’de yine söyleyeyim ârızi sebepler çoktur, sürtüşmeler çoktur. Ben ilkokulda Reşat Nuri Gültekin’in büyük romancı olduğunu hiçbir romanını okumadan öğrenmiştim, babam söylemişti bana. Aynı şekilde orta okulda “Mavi ve Siyah”ı muhakkak okumam gerektiğini de öğrenmiştim. Sonradan okumuştum. İşin tuhafı liseye geçtiğim zaman Orhan Veli’nin de çok enteresan bir şair olduğunu gene başkalarından öğrenmiştim. Bende edebiyat sevgisi gelişirken çevre bana bu telkinleri yapıyordu. Bugün böyle bir telkin yoktur… Bugün dünün yazarı da okunmuyor. Bugün dil handikapını bir tarafa bırakalım, çeşitli reklâmlardan geçmiş olanlar da okunmuyor. Demek ki Türkiye’de kitap okunmuyor. Meseleyi en önemli noktaya getirerek tartışmalıydık. Halbuki biz az okunanla daha çok okunan arasındaki farkları aradık. Gene de diyorum ki belki Türkiye’de kitap okunmamasının çok temel sebepleri vardır. Bir uygarlık değişiminin sebepleri vardır. Fakat bu sebepler dışında ârızi sebepler de vardır. Belki bu sürtüşmeler giderilirse kitaplar çok fazla okunacak değildir. Ama bir miktar daha fazla okunacaktır. Gazetelerin çok önemi vardır, reklâm vasıtalarının çok önemi vardır. Bugün hepsi edebiyatı köşeye atacak şekilde birleşmiş gibidirler. Yayıncıların da çok önemli rolleri vardır. Yayıncılar bugün bilhassa oturmuş yayıncılar, başlangıçta yerli yazarlarla, telif eserlerle kurdukları otoritelerini bir taraf bırakarak, bu otoritenin kendilerine vermesi gereken davranışı bir taraf bırakarak, yerli yazarlara “siz satmıyorsunuz” demektedir. Bir sual sormak istiyorum Yaşar Nabi beye. Öyle sanıyorum ki Yaşar Nabi beyin bastığı her eser 2500 muhakkak satar, öyle sanıyorum. 2500 satış bir kitabı zarar ettirmez. En çok bastığı da on bin diyelim. Zarar etmeyeceği bir şeyi, kâr edeceği bir şey yanında ihmal etmektedir. Bence yazarın birtakım sorumlukları var. Aynı zamanda yazar olan yayıncıların da birtakım sorumlulukları olmak gerekir.
ÂSIM BEZİRCİ
Bugünkü konuşmamız yazarın sorumluluğu üzerine oldu. Bunu da ikiye ayırdık, biri kişisel, öteki toplumsal sorumluluk. Kişisel sorumluluk yazarın eserini en iyi şekilde ortaya koyması, duyduklarını, düşündüklerini, istediklerini en iyi şekilde belirtmesi olarak gösterildi. Bir de yazarın toplum karşısında sorumluluğu olduğu ileri sürüldü. Her yazar bir toplumsal ortam içinde yaşadığına, öteki insanlarla birtakım ilişkilerde bulunduğuna ve bundan da kaçınamadığına göre, onlar karşısında bir sorumluluğu olması gerekir. Bu sorumluluk yazarın daha çok içinde bulunduğu ortama tanıklık etmesiyle ortaya çıkar. Eğer bir yazar içinde yaşadığı topluma tanıklık görevini, yerine getirmiyorsa o zaman eserini o çevre tarafından anlaşılması, benimsenmesi de kösteklenmiş demektir. Sadece üç beş kişi için yazan, sadece kendi kişisel sorunlarını, kendi kişisel yaşantılarını ortaya koyan, çevreye topluma sırt çeviren bir yazarın eseri elbetteki az satacaktır. Ama o yazar bunu göze alarak ortaya çıkmışsa elbette bunun sonucundan da şikâyetçi olmayacaktır. Bu yazar için çok satmak az satmak diye bir sorun yoktur. Kendi düşündüklerini, kendi inançlarını, duyuşlarını ortaya koymak söz konusudur. O da bunu göze alarak yazmaktadır. Ama bir yazar hem soyut, hem toplumdan kaçan, hem ona tanıklık etmekten uzaklaşan sanatı yapar da sonradan “benaz satıyorum, niye az satıyorum” diye yakınırsa biraz haklı olmasa gerektir. Bunun için bir yazarın çok satması ancak topluma ulaşmasıyla, onunla kendi arasında bazı bağlantılar kurmasıyla mümkün olabilir. Eğer bugün Türkiye’de öncü sanat topluma tam ulaşmıyorsa onun sebeplerinden birisini de burada aramak gereklidir. Bunun dışında birtakım sebepleri de arkadaşlar açıkladılar. Ben onlara uzun boylu dokunmayacağım. Yalnız toplum yapısından gelen bazı özellikler de var, demin Ülkü arkadaş da söyledi, başka toplumlarda bazı eserler daha çok satıyor. Özellikle sosyalist ülkelerde devletin güttüğü okuyup yazma politikası, okur yazar oranının arttırılması, yeni kitapların okul kitaplarına sokulması, kütüphanelerin faaliyetlerini arttırılması, buna benzer sebeplerle oralarda kitaplar daha çok satmaktadır. Yazık ki bizde böyle bir devlet politikası, bir milli eğitim politikası olmadığı için kitaplarımız da az satmaktadır.
MEHMET SEYDA
Başlangıçtaki konuşma benim için yarıda kaldı, çünkü yeni bir konuya gelindi, sanatçının sorumluluğu tartışıldı, bütün arkadaşlarım katıldığı şeyleri söylediler. Ben gene notlarıma döneyim de burada Cemal Süreya ile ortaklaşa bir görüşe gireceğiz. Kitap satılmıyor, bunun birtakım özellikleri var. Geri kalmış toplumuz şuyuz buyuz ama. Sürtüşmeler var. Bu sürtüşmeleri pratik yolardan nasıl çözümleriz, buna getirecektim işi. Bir reklâm müessesi var dünyada. Buna radyocular, gazeteciler, çeşitli şeyler girer. Bir defa edebiyatımız kesinlikle bunlardan yararlanmamaktadır. Benim teklifim şuydu: Türk Edebiyatçılar Birliği bizi temsilen gider gazetelerle görüşür, yeniden eski ilişkilere dönmenin yollarını bulabilir. Hiç değilse burada Cumalı’nın söz ettiği gibi bir çeşit ajanlık rolü oynar. Ona hikâye, buna roman teklif eder, bize temsilen. Türkiye satış ajanları var. Bir ikisiyle görüştüm. Başarı sağlayamıyorlar. Siz kendiniz işin içinden çıkın diyorlar. İkinci teklifim şuydu, Yaşar Nabi bey, benim bir mektubuma yanaşmıştır, demiştir ki, biz editörler aramızda anlaşalım, siz bize teklifler getirin görüşelim. Bu toplantıda bu pratik yollar da görüşülebilir.
RAUF MUTLUAY
Bugünkü sanatçının Türk toplumundaki yerinin konuşulmasını teklif ederken öne aldığım sorun benim için yazar olma özgürlüğünün olup olmadığı sorunuydu. Bütün yazarların öğrenim ve imkânlarıyla mesleklerini arayıp tarayışım da bundan. Birkaç yazı yazarsak kendi kendimiz yazar olabiliyoruz. Ama gerçekten yazar olmak, toplumu etkileyebilecek güçte bir yazar olmanın imkânlarına malik miyiz? Hepimiz bunu bir mesleğin himayesinde karnımızı doyurarak, başka bir işin gölgesinde veya yazılarımızı parasız vererek, keyfi bir arzunun tatmini mânasında alırsak, ki bugüne kadar alışılagelmiş tutumun çoğunluğu bu, o zaman bir yazar olma özgürlüğü yoktur. Şüphesiz ne siyasi doktrinlerin hizmetine girmek söz konusu, ne toplumu bir yana bırakıp kendi keyfine göre yazmak söz konusu. İyimser olamam için asgari sınırlarım şunlar benim: 50 bin tirajlı bir edebiyat dergisi veya gazetesi, gazete okuyucusunun en az dörtte biri kadar bir edebiyat okuyucusu. Bunun dışında iki bin üç bin tirajlı kitaplarla yazılıyoruz, okumuyoruz, bir iş yapıyoruz gibi avuntulara kapılmayı kendimize yüklediğimiz işin şerefiyle orantılı sayıyorum.
CEMAL SÜREYA
Önemli olan var olmaktır. Bir gücü olmaktır. Güç mutlaka bir takım etkiler doğurur. Buradan şuraya geleceğim. Biraz da kendimizi eleştireceğim. Eğer biz yazdığımız yazıyı Nadir Nadi’ye okutamıyorsak, yazdığımız kitaptan onu etkileyemiyorsak, o zaman biraz da kendimizden kuşkulanmamız gerekir. Eğer bugün Türkiye’de kitaplar az satıyorsa bütün o ârızi sebeplerin, o genel sebeplerin ötesinde de biraz bize ilişkin niteliklerden doğmaktadır. Bugün meselâ eski edebiyatımıza bakıyoruz. Edebiyatçılarımızın eylemine bakıyoruz. Aydınlar üzerinde belli bir etki güçleri vardı onların. Bugün yok. Neden yok? Demek ki biz kendimiz yeterince hazırlamıyoruz, yeterince etkilerimiz dağıtamıyoruz. Bugün hangimiz bir kitap yazdı da, o kitabı basabildi de herşeyin ötesinde, her yerde söz konusu olabildi. Çünkü bir yazarı okuyan öbürünü de merak eder. Bir yazarın okunması öbür yazarlarında okunması demektir. Bunu başaramamışsak biraz da suç bizdedir.
YAŞAR NABİ NAYIR
Bu konuşulan konular üzerinde kısaca düşündüklerimi söyleyeyim. Yazarın sorumluluğunu ikiye ayırdık. Topluma karşı, kendine karşı. Topluma karşı sorumluluk konusunda benim öteden beri garip bir tecellim olmuştur. Attilâ İlhan bir aralık réalisme socaliste akımını dünyanın tek geçerli akımı olarak tanıttığı ve bunun dışına çıkan her yazarı sanatçı olmamakla suçladığı sıralarda, ben karşısına çıktım ve onu suçladım; o zaman fildişi kule edebiyatını savunuyor diye hücum ettiler. Sonra öyle bir zaman geldi ki fildişi kule edebiyatı adına bir baskı kurulmaya başladı yayın hayatımızda. Öncü akımlar öylesine kuvvetlendi. Sartre’ın yanlış anlaşılmasın da bunda biraz âmil olarak öylesine fikirler ortaya atıldı ki, bu defa da ben bunlara karşı toplumcu edebiyatı savunmak zorunda kaldım. Bu defa da tersine bir şekilde toplumcu, güdümcü edebiyatı savunmakla ve belki de çelişkiye düşmekle suçlandım. Halbuki her iki görüşümde de ben sanatçının özgürlüğünü savunuyordum. Sanatçı kendi içinden gelen sese uyarak şu ya da bu konuyu yazar, buna hiç kimsenin karışmaya, “sanat yalnız bu şekilde olur” demeye hakkı yoktur; sanatı sanat bakımından bir eleştiriyle sanat değerini tayin etmeliyiz; bunun dışında hiçbir ölçü kabul etmemeliyiz düşüncesini savunuyordum. Bugün toplumculuğa tepki olarak gelişmekte olan öncü akımların yarattığı bir halktan kopma hareketi var. Bu halktan kopma hareketinde yeni bir sorun çıkıyor ortaya, o da yazarın halktan kopmaktan doğan bir sorumluk içinde olması. Onu da ben suçlamıyorum. Diyorum ki her yazar halktan kopup kopmamakta, istediği gibi yazmakta, yalnız kendisi için yazmakta özgürdür. Kimse onu zorlayamaz başka türlü yazmaya. İçinden öyle geliyorsa başka türlü yazmaya kalkması kendi kalitesi düşürmesi demektir. Onu bu kalite düşürmeye zorlamak hiç birimizin hakkı değildir. Bunu sosyalist ülkeler denemişlerdir ve son derece kötü sonuçlar almışlardır. Şimdiki durumda bir şey daha var. Batıdan gelme, bizde henüz tutulmamış yeni akımları toplumumuza aşılamaya çalışanlar ilk başlangıçta elbette ki güçlük çekeceklerdir. Eserlerini okutmak imkânını bulamayacaklardır. Bu imkânı bulamadıkları için de basıcı bulamayacaklardır.
İkinci sorunumuz burda ortaya çıkıyor. Bu eserler nasıl basılır? Bu eserler bu durumda basılamaz. Çünkü Fransa’da bile basılmaları bir mesele teşkil ediyor. Genel piyasanın yüzde onunu temsil etmiyor bu öncü akımlar. Bizde bir ara iş o hale geldi ki yüzde doksanını teşkil etmeye başladı. Yüzde doksanını teşkil ederse edebiyatımızın yüzde doksanı basılamaz hale gelir. İşte bugün içinde bulunduğumuz durum budur. Cemal Süreya arkadaşımızın düşüncesine katılmıyorum. Çünkü, diyor ki, ayrım 2500 ile 5000 arasındandır. Hayır değil, 250 ile 25 bin arasında, 50 bin ile, 100 bin arasındadır. Orhan Veli onuncu defadır basıyor. Orhan Kemal’in üç defa dört defa basılmıştır birçok eseri. Yaşar Kemal yalnız kendini kurtarmış olmakla kalmamış, -Samim Kocagöz’ün Yön’de dediği gibi kendi göbeğini kesmiş olmakla kalmamış- artık edebiyatçı yayıncılara uğramaz olmuştur. Çünkü edebiyatçı yayıncı nihayet kendi çevresiyle bağlıdır. Muayyen ölçülerde bir telif ücreti öder. O yirmi bin liradan aşağı düşürmediği için ücretini; hem de peşin olarak istediği için edebiyatçı yayıncılara ihtiyacı kalmamıştır. Şimdi böyle ölçüler vardır. Bunlar nasıl çıkmıştır ortaya, nasıl olmuştur? Bu ayrı bahis. Ama bu bir gerçektir. Dediğim gibi her kitaptan Varlık Yayınevi 2500 basmak gücünde değildir. Varlık Yayınevi bir eseri belki on yılda 2500 satabilir, ama o zaman ziyan etmiş demektir. Çünkü o kadar zaman içinde memur ücreti, depo ücreti ödemiştir, şunu ödemiştir, bunu ödemiştir, envanterlerinde görünmek dolayısıyle bunların vergilerini ödemiştir. On senede 2500 satılan bir eser, bir lira fiyatla çıkmış 300 sayfa olarak, bugün 300 sayfalık bir kitap on lira, hâlâ bir liraya satılmak sayesinde bitmiştir, tükenmiştir birçok kitaplarımız. Muvaffak olmamış eserlerimiz içinde öncü edebiyat eseri de yoktur. Halbuki bugün öncü edebiyat onların derecesinde bile satma şansına sahip değildir. Öbür, eski alışılmış tarzdaki edebiyat eserlerinde dahi bu güçlükle karşılaşırsak, öncü eserleri basmakta karşılaştığımız güçlüğü, bunun karşısında duyduğumuz aczi kabul etmek lâzımdır. Başka çaremiz yoktur. Ama bununla birlikte eski alışılmış tarzdaki Varlık Yayınevi iki yıl içinde 30 telif eser basmıştır. Sait Faik’in Sabahattin Ali’nin bütün eserlerini basmıştır. Şimdi Abdülhak Şinasi ile Ataç’ın bütün eserlerini basma işine girmiştir. Biz bir çeşit klâsik Türk edebiyatını veyahut yeni Türk klâsiklerini devam ettirme işine girmişiz. Her işi üzerimize alamayız. Bu kendi bakımından bir cevap oldu. Sorulduğu için. Asıl sorunumuzla ilgili değil.