Film eleştirmeni değilim. Kendi çapımda bir film izleyicisiyim. Buna rağmen Zeki Demirkubuz’un 2001’de yaptığı ve dördüncü sinema filmi Yazgı’yı ikinci defa izledikten sonra içimden bu filmle ilgili bir şeyler yazma isteği kabardı. Bu isteğim filmi beğenmediğimden ya da Zeki Demirkubuz hakkında bir şeyler yazma isteğinden değil. Filmin esinlendiği Albert Camus’nün Yabancı adlı romanının ve onun kahramanının tadını olabildiğince iyi yansıtmış olması beni yazmaya sevk etti. Gençlik yıllarımda etkilendiğim Varoluşçuluk felsefesini kavramama neden olan birkaç kitaptan biri olan Yabancı romanını bir filmde ancak bu kadar güzel anlatabilirdi. Eksiğiyle, fazlasıyla, biraz da romanın beğenmediği bölümlerine yaptığı değişiklikleriyle, zor anlaşılabilir bir felsefeyi sinema dilinin mucizevi gücünü kullanarak, rahat anlaşılabilir bir hale getirmiş Zeki Demirkubuz.
Filmin kahramanı Musa -ki, bu isim de özenle seçilmiş- aile ilişkilerine ve oluşumuna, insan ilişkilerindeki geçerli normlara, toplumdaki adalet ve vicdan anlayışı ile iyilik ve kötülük kavramlarına film boyunca meydan okuyor. İnsanlığın kirlenmesine neden olan, kin, öfke, kıskançlık, acımak gibi duygulardan yoksun, ama bu durumu kendi iç, hatta üst kişiliğinde oldukça mantıklı bir zemine oturtuyor. Filmin başlarında sıradan duyarsız bir insanın davranışları gibi görünen bu tavırları, dava savcısına verdiği cevaplarla yaşam felsefesinin iskeletini oluşturuyor. Cezaevi savcısıyla yaptığı tartışmayla varoluşçu karakter iyice ete kemiğe bürünüyor. Filmin konusu artık insan-suç-adalet ilişkisi olmaktan çıkıp, insanın varoluş sebepleri ve sistemin makyajlı adaletini ve inançları sorguluyor. Öyle ki, Musa suçu işlemediği halde, idam cezasına çarptırılmasına rağmen, isnat edilen suç eylemini olaydan önce düşünmüş olmasını, suçu işlemekle eş değer görüyor ve suçu kabullenecek kadar üst bir vicdana ve adalet duygusuna sahip olduğunu gösteriyor. Kendini kurtarmak için en ufak bir çaba sarf etmiyor. Varoluşçu düşünce Musa’ya sorulan neredeyse her soruya “fark etmez” cevabında hayat buluyor.
Bu anlamda bana göre filmde şöyle bir abartı, belki de gereksizlik var. Filmin başından sonuna kadar sıradan bir insanın varoluşçu davranışlarını gösteren Musa, filmin sonlarında cezaevi savcısının karşısında filozofça cevaplar veriyor. O özünden varoluşçu Musa yerine, varoluşçuluğu yemiş içmiş bir Musa geliyor. Oysa Musa’nın kim olduğu daha ilk sahnelerde annesinin ölümü karşısında verdiği tepkiyle belli olmuştu. Ve o son sahneye kadar da Musa sadece kendi iç benliğinde varoluşçu birisiydi. Aynı Musa’daki bu davranış farklılığı filmin gerçekçi akıcılığını olumsuz etkilemiş.
Zeki Demirkubuz’un filmdeki gizli imzaları da filmi tatlandırıyor. Artık bir Zeki Demirkubuz klasiği olan, sürekli kendiliğinde açılan kapıları bu filmde de görüyoruz. Ancak, bu filmde son kendiliğinden açılan kapının çağrılan bir tamirciyle onarılması oldukça ironik bir sahneydi. Bu onarım savcı odası kapısının onarımından çok, Zeki Demirkubuz filmlerindeki açılan tüm kapılara bir müdahale gibiydi. Hatta müdavim seyircide artık kapılar kendiliğinden açılmayacak hissini bile uyandırmış olabilir.
Zeki Demirkubuz, daha önce çektiği, Masumiyet, Kader, Üçüncü Sayfa filmlerinde işlediği bir temayı Yazgı’da da devam ettiriyor. Bu filmlerde esas kadınlar, güçlü karakterli, feleğin çemberinden geçmiş, erkeğine karşı acımasız, sıradan insan ilişkilerinden uzak, gelenekleri ve toplum beklentilerini takmayan kadınlar. Bu filmde de Zeki Demirkubuz, ana kadın karakterinde bu özelliği devam ettiriyor ama, filmin esas erkeğini bu kadın karakterinin bir adım önüne koyuyor. Diğer filmlerde erkek karakterler, bu güçlü ve zor kadınların peşinde koşan, sistemin içinde ezilmiş, sürekli duygularına yenilmiş, tutkulu kişiler iken, Yazgı’daki Musa karakteri bu kadınlarla aynı minvalde. Yazgı’daki ezik ve tutkulu erkek karakter ise Musa değil Naim. Başlarda baskın bir erkek gibi görünse de, sonuçta hikayenin tek kaybedeni o. Zeki Demirkubuz’un insan-toplum ilişkileri ile ilgili bakış açısının, bu karakterler ile filmlerine yansıdığını düşünüyorum. Anlatmak istediğinin, “kendisine tutkuyla aşık olan erkekler ve onlara çektiren kadınlar”ın hikayesi değil; sisteme, alışılagelmiş erkek egemenliğine, ezberlenmiş geleneklere meydan okuyan insanların hikayesi olduğunu düşünüyorum.
Filmde dikkatimi çeken en önemli şey, neredeyse her sahneye yerleştirilmiş “kırmızı renk” şifresi oldu. Bu kırmızılar dikkatimi o kadar çekti ki, zaman zaman filmden koptum ve sahneyi yeniden izlemek zorunda kaldım. Zeki Demirkubuz kırmızı renkle birbirinden farklı mesajlar veriyor sanki. Musa’nın evindeki yolluk, koltuk örtüsü, dış kapı kolları; ofisteki koltuk, küçük Türkiye bayrağı, kalemlik, dolma kalem kapağı, klasörler, çay, sigara paketi; komşu Necati’nin evindeki vazo, thsirt, Necati’nin cigarasının yanışı, şarap; sokaklarda otobüsler, kırmızı otomobiller, kırmızı sokak lambaları, gece trafiğinde fren lambaları, oynayan çocukların ve yürüyen insanların kıyafeti, Akbank tabelası; lokantada ekmeklik kapağı, sigara paketi; kahvedeki bilardo masasının çuhası, sürekli kadrajda olan kırmızı top; apartman kapısının kilit takımı kapağı; nikah memurunun cüppesi; Necati’nin düğün hediyesi paketi; Sinem’in gömleği, boncuktan bileziği, tokası ve sinemanın ortasında ve sokakta meydan okuyarak bağıran ceketi. Bütün bu kırmızılar bulunduğu sahnelere renklilik, farklılık ve meydan okuma hislerini taşıyor.
Öte yandan bazı kırmızılar ise doğrudan sistemi ve statükoyu temsil ediyor. Savcıların odalarındaki küçük ve büyük Türkiye bayrakları, perdeler, yangın söndürme tüpleri, duyuru panosu, tamircinin alet çantası ve tornavida sapı, gardiyanların kolları, jandarmaların kokartları ve avukatın kravatı. Son ev sahnesinde vazo içinde duran kırmızı çiçekler ise film boyunca hiçbir şekilde kırmızıyı kullanmamış Musa’nın son repliğiyle sisteme teslimiyetini sembolize ediyor sanki.
Bütün bu kırmızıların, bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bahsettiğim kırmızıların çoğu öylesine, alelade durmuyor. Ya özellikle kadrajdalar ya kameraya odaklanmışlar ya fonda olmasına karşın dikkat çekecek kadar belirginler ya da kırmızı renk olmasa da değişen bir şey olmayacak sahnelere özenle yerleştirilmiş imgeler halindeler. Bu çarpıcı kırmızılı sahnelerde insan, ister istemez Kubrick’in “kırmızı takıntısı”nı hatırlamadan geçemiyor.
Her filminde alışkın olduğumuz ortam sesleri bu filmde biraz abartılmış gibi. Öyle ki, bu seslerin aşırı yüksekliğinden oyuncuların söyledikleri bazen anlaşılamıyor ve kafa tırmalıyor. Diye de bir eleştiri yapmanın hakkım olduğunu düşünüyorum.
Son birkaç şey de Zeki Demirkubuz için söylemek istiyorum. Her filmine ve karakterlerine kendi özelliklerinden ya da yaşadıklarından bir şey katıyor bence. Filmlerinin bir yerinde sıradan bir rolde görünerek de bunu sembolleştiriyor. Yazgı’daki sinema sahnesinde olduğu gibi. Bunun dışında bence Türkiye’nin en orijinal yönetmenlerinden biri. Filmleri hakkında kendisiyle yapılan röportajları izlemek bile, filmi kadar keyifli. Konuyu buluş şekli, işleyişi, oyuncu seçim tarzı, gerektiğinde projeyi değiştirecek kadar kendine güveni. Vermek istediğini iyi biliyor, bunu da yaratıcı kurgu ve karakterler, kendine özgü çekim ve sahne tasarımları ile izleyiciyi sıradan gibi görünen olayların içine çekerek çok iyi yapıyor. Virane ve dağınık evler, kırık ve eski sürekli açılan kapılar, karanlık odalar, açık televizyonlar, kapı arkasında görünmediği halde canlandırılan sahneler gibi mekan seçimleri ve çekim teknikleri ise karakterleri güçlendirmekle kalmıyor, insansız sahnelere bile canlılık katıyor.
Zeki Demirkubuz filmleri için yapılan, yabancılaşmış ve kaybolmuş insanların hikayesi gibi ideolojik eleştirilere de katılmıyorum. Aslında insanlık tarihinin geldiği noktadaki modern insan, kendi özüne yabancılaştığı için, sistemin kirlenmişliğine kafa tutan Musa karakteri ona artık “yabancı” gelmektedir. Toplumsal sorunların değil, bireyin sorununun ön plana taşındığını iddia ederek ideolojik eleştiri getirenler, aslından sistemin içinden baktıkları ve Musa’nın sisteme başkaldırısını anlamadıkları için böyle düşünüyorlar. Bana göre Musa karakteri, tam tersi topluma yabancılaşmamış, insanın binlerce yıllık kirliliğinden arınıp, özüne dönmüştür.