1966 Kasım ayında yapılan ve 1967 Varlık Yıllığı’nda yayınlanan tartışmaların ikinci bölümü. Yazı içindeki bugün bize hatalı gelen bazı yazım ve imla hatalarını orijinalliğini bozmamak adına hiç değiştirmedim.
Bu kısımda, ilginç tespitler ve çözümler öneriliyor ve tartışma sertleşiyor. Soruna farklı yaklaşımlar, karşılıklı suçlamalara, restleşmelere götürüyor. Bunlardan bazı kupürler:
YAŞAR NABİ NAYIR
Bu Kurul verilen müsveddeleri okusun. Yirmi tanesini bir yıl içinde basmaya değerli bulsun, üç, iki, beş bölelim bunları aramızda basalım. Basılmasında fayda vardır, bunlar basılmaya değerdir, diye basalım. Ama sorumunu ben taşımayayım. Ben bir kitap bastığım zaman elli kişi bana küsüyor, yüzlerce müracaat karşısındayım, hangi birini basayım? Daha geçen gün Samim Kocagöz’den bir mektup aldım. Beş altı kitabı teklif ediyor, “Bunu başka editörlere de teklif edeceğim,” diyor. “Samim Kocagöz’de basılmazsa kim basılır?” diyor. Ben ona dedim ki: “Samim Kocagöz yanından ben basılmazsam kim basılır? Diyecek elli kişi çıkıyor karşıma.”
MEHMET SEYDA
Yazdığım şey burda hak kazanıyor değil mi? Bir araya geleceksiniz editörler…
YAŞAR NABİ NAYIR
Yazdım, yazdım. Hiçbir ilgi görmedim. Belki bu konuşmalarımızın bir yararı dokunur da editörler bir araya gelir, siz yazarlar aranızdan bir heyet seçersiniz, seçici bir kurul kurarsınız, o seçici kurul yirmi tane eser teklif eder, biz paylaşırız. O yükü üzerimize alırız, seve seve ikişer, üçer, beşer basarız.
VEDAT GÜNYOL
Efendim, yayıncı olarak ben de iki, üç şey söylemek istiyordum. Yaşar Nabi bey daha iyi özetledi bu durumu. Yayınevleri bizim bir ticarî kurum aşağı yukarı. Elbette ki bir kazanç düşünecek, yahut batmamayı düşünecek. Şimdi Âsım Bezirci arkadaşımız bizi kınadı. “Okuyucularla sanatçılar arasını açan ögelerden biri yayıncılardır” dedi. Belki biraz hakkı var ama, şu bakımdan da yok, çünkü 27 Mayıs devriminden sonra sosyal konular, toplumsal konular daha bir önem kazandı. Halk daha bir dünyaya açılmak istedi. Bu bakımdan çevirilere daha çok önem vermeye başladı, dünyaya açılmak istiyor, bir şeyler öğrenmek istiyor, çoğunlukla bu memlekette yabancı dil öğrenimi de çok zayıf, biliyorsunuz. Onun için yerli eserler birazcık şimdilik uyumakta. Bana Anadolu’dan bir takım sanatçılardan mektup geliyor, “Aman bize yeni çıkan eserlerinizden gönderin, yalnız şiir, tiyatro ve telif yerli olmasın,” diyorlar.
ORHAN HANÇERLİOĞLU
Yani eser olmasın!..
VEDAT GÜNYOL
Evet eser olmasın, yalnız tercüme olsun diyorlar, yani bu durum karşısında biz elbette ki o tarafa doğru kaymak zorunluluğu duyuyoruz. Kaymak normal. Onun yanında birtakım denemeler yaptık. Bakınız beş yıl önce başladım ben. Beş yıl önce Ferid Edgü’nün hikâye kitabını, Buyrukçu’nun hikâye kitabını bastım, Oktay Rifat’ın “İkilik” adlı şiir kitabını bastım. Bunlar hepsi duruyor depomda, kat’iyen satılmıyor. Üç bin bastım “İkilik”i, Oktay Rifat’ın, “Dedi ki bunu basarsanız çok satılacak.” 150 tane satılmış! “İkilik” düşünün. 3000 tane kitabın 150’si satılmış. Bu koşullar altında yayın yaparken düşünmek zorundayız. Hernekadar biz başka kitapçılar gibi, yani Remzi, vesair kitapçılar gibi, sırf kazanç güden bir yayıncı değiliz, okul kitapları yayınlayarak bilmem ne… Biz kitabı elimize alıp güzelliğini, iyi baskısını düşünen, koklayan bağrımıza basan birtakım insanlarız. İşte Memet Fuat da öyle. Burada en güzel kitap basan, en titiz davranan Memet Fuat bilir. Böyle birtakım kaygılarımız var.
CEMAL SÜREYA
Memet Fuat şiir kitapları da basıyor. Onun da konuşması faydalı olur.
OKTAY AKBAL
Çok kısa. Ben uzatmam lâfı biliyorsunuz. Hükûmetle yazarın ilişkileri konusunda… Bir defa yazar, hükûmetlerden hiçbir zaman, hiçbir şey beklememeli. Yakup Kadri ve Nâzım Hikmet konularına geçildi. Yakup Kadri konusu tamamen ayrıdır. Atatürk bir devrim yapmıştı, yeni bir devlet kurmuştu, Yakup Kadri de bunun başyazarlarındandı. Yani, birinci yazarıydı. Elbette ki bunlar devrim çağının yazarları olarak ön plânda tutulacaklardı. Yahya Kemal, o başka, büyük şair o. Hükûmetten ben bir şey beklemiyorum, kat’iyen, gölge etmesin başka ihsan istemez! Gelelim gazetelere. Uzun yıllar gazetecilikle ilgilenen bir insan olarak, ön plânda sorum almış bir insan olarak konuşmam lâzım. Basında bir öncü lâzımdır. Edebiyat, sanat hareketlerini vermek için. Bir gazete, bugün ne bileyim, Milliyet gazetesi sanat haberlerini birinci, sayfadan verse, Cemal Süreya’nın armağan aldığını birinci sayfadan duyursa ve iki fıkra yazarı ve bir makale yazarı bunun incelemesini yapsa, Cemal Süreya’nın kitabı en az bin tane fazla satacaktır. Bu doğrudur. Bu denemiştir. Bakın Hançerlioğlu ve Alangu çok güzel hatırlar, Edebiyatçılar Birliği’nin ilk kitap sergisini açtığımız zaman, Vatan gazetesi 40-50 bin tiraj yapan gazeteydi, biz hâkim durumdaydık, birinci sayfadan hergün “Bugün Celal bayar geldi, bugün Kasım Gülek geldi, bir gün şu kadar adam ziyaret etti,” resimlerle haberleri üç, dört kere bastığımız için sergi büyük bir hâdise oldu.
ORHAN HANÇERLİOĞLU
Bu önemli mi?
OKTAY AKBAL
Şunu demek istiyorum: bir gazete, sanat haberlerine önem verirse, öbür gazeteler de mecburen buna önem verirler. Gazetecileri arkadaşlar bilirler, Refik Erduran da yakından ilgili, maalesef sanat bakımından yalın arkadaşlarımızdır. Bunlar ancak önemli gördükleri şeye değer verirler. Bunlar önemlidir diye işaret etmek gerekir. Bir gazete çıksa bugün önemlidir dese, üç gazete ertesi gün “bu önemliymiş diye” ona önem verirler. Bu gerçektir. Vatan gazetesi bunu yaptığı için, Milliyet de, Cumhuriyet de bunu yapıyordu. Bugün öncü gazete yoktur. Bunu yapacak bir Yazıişleri Müdürü de yoktur. Yok. Bugün meselâ sevdiğimiz iki, üç fıkra yazarı var, Çetin Altan, İlhan Selçuk ve Refik bey arkadaşımız. Bunlar arasıra sanattan bahsediyorlar, pek az maalesef.
TAHİR ALANGU
Allah razı olsun.
OKTAY AKBAL
Bazen hiç bahsetmiyorlar. Günlük politikanın akışı içinde gidiyorlar. Önemli tesiri vardır bunun. Elbette vardır. Geniş kütleye duyurmak bakımından faydası vardır. Bütün mesele budur. Çetin, kitaptan bahsettiği zaman… Burada kitabı satmaktan bahsediyoruz. Editörler kitap satılmadığı için basmıyoruz diyorlar. Kitabı duyurmak meselesidir. Editörlere gelelim. Şimdi bırakın maalesef…
BİR SES
Bırak…
OKTAY AKBAL
Neyi bırakayım, hepsi edebiyatçı arkadaşlar, yazar, şair. Mesâla Memet Fuat yazı yazıyor, diyor ki, “Bir Ataç yok, Ataç olsaydı” diyor. Bana da söyledi bir defa, ben de yazdım zaten. Edebiyatı kendine dert edinmiş olan, haftada bir edebiyat yazısı yazan, kitapları tanıtan, edebiyatı mesele haline sokan bir yazar kim olabilirdi bugün? Meselâ Memet Fuat olabilirdi! Memet Fuat yapmıyor bu işi! Yayınevi kurmuş çalışıyor. Dediler ki, telif eserler tercümeler kadar satmıyor. Burada da üç yayınevi sahibi var, bir soru soracağım Memet Fuat, James Joyce’un kitabını bastı. Sattı mı? Satmadı, Şükran da James Joyce bastı. Sattı mı?
ŞÜKRAN KURDAKUL
Basmadım.
OKTAY AKBAL
Bastın. Sattı mı? Şimdi, bir Türk yazarının kitabını bassaydın o kadar satardı.
NECATİ CUMALI
“Susuz Yaz” çok sattı.
OKTAY AKBAL
Yaşar Nabi bey de bizim kitaplarımızı bastı, eksik olmasın. Üç senede satacağı yerde beş senede sattı falan, ama hiç olmazsa sattı tüketti. Şuna geleceğim, André Malraux’nun da kitabını bastınız senelerce satamadınız. Demek ki her tercüme de satmıyor. Orhan beyin kitapları hepimizden önce sattı. Bizimkiler de iyi-kötü sattı, ama André Malraux satmadı.
NECATİ CUMALI
Toplu olarak halledeceğiz bu meseleleri.
OKTAY AKBAL
Toplu olarak halledilmiyor bu işler. Ben bitireyim konumu da. Burda yayınevi sahibi, dergi sahibi arkadaşlarımız hepsi edebiyattan gelmedir. Vedat Günyol, Memet Fuat, Yaşar Nabi, Şükran Kurdakul, ayrıca Fethi Naci, Muzaffer Erdost. Cemal Süreya da belki yayına girişecek, o da tercümeyle başlayacak belki! Belki yarın ben de yayına başlarsam ben de aynı şeyi mi yapacağım yani? Demek istediğim yayınevleri, -burada dört yayınevi var-, bunlar aralarında birleşerek telif eserlere bir kontenjan ayırmak zorundadırlar. Kendi aralarında birleşsinler, hiç olmazsa bir çaba göstersinler.
MEMET FUAT
Ben kısaca belirtmeye çalışayım durumu. Herşeyden önce amatör bir yayıncıyım. Yani bu şu demek, yayınlarımdan para kazanmam.
YAŞAR NABİ NAYIR
Konuyu genel olarak ele alsanız.
MEMET FUAT Öyle olarak ele alacağım. Ben ancak böyle anlatabilirim kendi durumumu. Bu, para kazanmama durumuma rağmen, yayınevinin büyümesiyle birlikte ortaya çıkan bir zorunluluk var. İlk başladığım zaman Yaşar Nabi beyi yolda gördüm, anlattım, dedim ki: “Benim biraz değişik bir durumum var, ben burayı yalnız döner bir sermaye şeklinde yürütüyorum. Veriyorum çalışmamı, karşılığında da bir şey beklemiyorum. Böyle gider, herşey basabilirim,” dedim. Güldü bana. Pek anlamadım ne demek istediğini o zaman, “Biraz sonra göreceksiniz,” dedi. Yayınevi büyümeye başlıyor kendiliğinden, sizin isteğinizle değil. O büyümeyle birlikte ticarî bir düzen hâkim oluyor. Bu arada çok bilgili, çok güçlü olmak lâzım. Ben o kadar bilgili ve güçlü değildim, yüreğime göre hareket ettim. Geçen yıl 35 bin lira borçluydum. Ufacık bir yayınevi için çok büyük bir rakamdı bu. Yanlış hesaplar yaptığım ortaya çıktı. Beni Kafka’yla Nazım Hikmet bu durumdan kurtardı. Ne yapıyorum, onu anlatayım. Başka türlü de yapamam, yayınevi batsa da ne olursa olsun ben bunu sürdürmeye çalışacağım. Bazı kitapları yayınlayarak onların yanı sıra az satılacak, kâr getirmeyecek kitapları yayınlamayı düşünüyorum. Meselâ Sartre’ın yazarlığı ve felsefesini çıkardığım zaman Cendrars’ın kitabını bastım. Ben yalnız bizim yerli yazarların değil, yabancı yazarların da satılmayacak eserlerini basma yolunu tutmuştum. James Joyce da onlardan biri. O kitabın Türkçede yayınlanması gerekirdi, onun için o kitabı yayınladım. Satışı sekiz yüzün üstüne çıkmadı daha. Ama yavaş yavaş satılıyor, ben onun 5000 bastım, on senede biter belki. Albert Camus’nün “Başkaldırma Edebiyatı” da öyle. Bunun yanısıra doğru olarak şöyle düşündüm. Gene Yaşar Nabi beyin tecrübelerinden, onun başına gelenlerden biliyorum. Yerli yazarlardan eser basarım dediğiniz anda basamayacak hale geliyorsunuz. Herkesin gelmesi yüzünden. Onun için ben kendime yazarlar seçtim. Bu yazarlar benim yazarlarımdır dedim. En çok da şiiri seçtiğim için, ayrıca yayınlanması en kolay şiir kitabı olduğu için şairlerle anlaşmalar yaptım. O şairlerin getirdiği her kitabı basıyorum, her biri beş forma üzerindendir. Şiirlerini yalnız Yeni Dergi’ye verecekler, ben onların reklâmını yaptığım zaman kendine bir yararı olacak Yayınevinin. Onlarla bu anlaşma sonunda eserlerini yayınlıyorum. Onlardan hiç zarar etmiyorum. Beni batılı yazarlar zarar ettiriyor. Yani James Joyce, Albert Camus bunlar zarar ettiriyor. Çünkü kitapları çok ucuz şairlerin, basılması zor değil. Fakat romancılara aynı şeyi yapamam. Çünkü kitapları büyük, yatırılan para çok büyük, onu karşılayan satış yapan kitap bulamam. Benim bu düşünceye varmamın sebebi şu: Bir yayınevinin, yayınevi niteliğinde bir değer kazanabilmesi için o Yayınevine şeref verecek bazı yazarlar vardır. Ben kendi hesabıma seçtiğim şairlerin herbirini bu Yayınevine şeref veren insanlar olarak kabul ettim. Benim için Cemal’in kitabını, Oktay Rifat’ın kitabını, yayınlamak ticaret konusu falan değildir. Onu yayınlamak şerefi bana yeter. Ben bunu yapabilirsem, yapmaya devam ederim. Bütün bu çabaların ötesinde, yazı yazmaktan vazgeçtim, şu oldu bu oldu, bu kadar da borca girdim, bir tek kazancım var, bu kitapları yayınlamış olmak. Bunun dışında tat alınan bir şey yok. Bir de Yeni Dergi. Yeni Dergi bugün 1500 basılıyor, zor belâ kendini kurtarır, fakat önceden birtakım aboneler yazılır, sonra birtakım dergiler Anadolu’ya consigné götürülür, onların parası gecikir, bu yüzden her sayı yardım ister. Yani yarısı yardım edilerek çıkar. Bunu da gene kitaplar sağlar. Eğer yayın hayatında büyük bir kriz olmasaydı ben bu düzeni sürdürebilecektim. Ve o borca girmeyecektim. Sol yayınların çıkması, edebiyat eserlerinin satılmaması yüzünden bu duruma düştüm. Yani, tam benim büyük kitaplara giriştiğim sırada. Para koymuyorum, parayı kendi getiriyor. Vedat bey katkıda bulunuyor. Ben yalnız Varlık’tan aldığım 1500 lira telif ücreti ve Alangu falan bir şey yaptık, siz armağan aldınız, biz de 2000 lira aldık. Yani yayınevine 3500 lira paradan başka bir şey koymadım. Ki ona yakın bir para da herhalde almışımdır. Herşeyi kendi yapıyor yani yayınevi. 35 bin lira borç nerden oluyor? O kriz sırasında iki büyük kitap çıkardım, ondan oldu. Zaten iki kitap 30 bin lira tutuyordu. Yani, hiçbir sermayesi olmayan bir insan biraz düzenli bir şekilde çalışırsa, bilgili olursa -ben ticaret bilmiyorum- ticareti de bilirse bu işi başarabilir. Edebiyatçılar Birliği’ne hep söyledim, Birlik, edebiyatçıların kendi verdikleri paraları sermaye olarak kullansa -ki inanılan bir yayınevi olacak- onların kitaplarını bassa para kazanır. Hem Birlik para kazanır, hem yazarlar her zaman olduğundan daha çok para alır, müthiş de büyük sermayesi olan bir yayınevi olur. Yazar veriyor parayı, alacak sonra, kârını da alacak. Bu mümkün. Sonra yazarlarımızın satılmaması düşüncesine de katılmıyorum. Her yazar satılıyor. Her yazar satıyor, kimisi 200 satıyor, kimisi 1000, kimisi 3000. Bugünlerde meselâ en çok sattığım kitaplardan birisi de şiir kitabıdır, “Göçebe”yi satıyorum. Ama armağan aldığı için, şuymuş, buymuş, satıyorum. Şu da bir gerçek, bir yandan gazetecilerin düşmanlığı -bize düşman, aşağılık duygusu içinde, sanatçıya düşmanlık ediyor- sanatçıyı itiyor dışarı, hiçbir şeyden haber vermiyor sanatçıyla ilgili, daha önce haber verirdi. Nâzım Hikmet’in ününün bu kadar yayılması yalnızca eserinin üstünlüğünden değildir. Gazetecilerle ilişkilerinde, gazetecilerin ondan söz etmesindendir. Bugün de önemli haberler vardır. Bir de bakın şu var; politikacının engeli var. Eskiden politikacı bu kadar düşman değildi. Politikacı bu kadar bilinçli değildi. Bugün politikacı çok bilinçli. Milli Eğitim Bakanlığı yoluyla emir verdirerek Türk sanatçısını -artık kolay satılamayan, kolay alınamayan Türk sanatçısını- yeni yetişen nesillerin ilgisinden uzak tutuyor, kapatıyor onu. Buna rağmen gene satıyor sanatçı. 200 satıyor dediğim zaman küçümseyerek söylemiyorum. Fransa’dan kitaplar geliyor, içinde 358 adet basılmıştır diye not var. Ben de 700 tane sattım Ece Ayhan’ın kitabını. Ece Ayhan, Ece Ayhan’ca yazar. Türkçe falan değil. Soyuttur, ama 700 tane sattı. Yani herkesin okuru var. Yalnız bunu iyi bilmek, bu düzeni kurabilmek gerek. Bence bunu şahıslara bırakmamak lâzım. Ne Yaşar Nabi beye yaptıkları gibi, “Siz bizim sırtımızdan geçiniyorsunuz!” desinler, ne kârı, ne zararı şahsa gelmesin. Edebiyatçılar Birliği bu yayınevini kursun, yazarlar katkıda bulunsun, eserlerini önce kendi paralarıyla yayınlasınlar. Bu yayınevi tutmazsa… Benim tecrübelerim tutacağını gösteriyor. Bir de Türk sanatçısının benimsenme yolunda çok ilerlediğine inanıyorum. Eskiden bizim sanatçılarımızın yeri Batı dünyasıyla kıyaslanarak bilinmiyordu. Bugün ben Yeni Dergi’ye bir hikâye, bir şiir seçerken Türkiye’ye göre seçmiyorum. Bana gelen yazıyı dünya edebiyatının hizasına koyup öyle karşılaştırarak seçiyorum. Ve öyle sanıyorum ki, Türk şiirinin bugünkü durduğu yer birçok ulusların durduğu yerin üstündedir.
NECATİ CUMALI
Tabiî yüzde yüz!
MEMET FUAT
Bunu da kabul etmek lâzım, ayrıca biz eleştirmenlerin kusuru bu, okurun kafasına vurarak konuşmak durumundayız. Aydınlar arasında bazı kimseler çıkıyor, onlara âdeta hakaret edercesine konuşmak lâzım. Bunu yapmıyoruz, çok aşağıdan alıyoruz. Biz aşağıdan aldıkça, onlar mühendismiş, mimarmış, şuymuş buymuş bazı alanlarda başarı göstermişler, ama edebiyat alanında ilkokul çocuğu gibi yüksekten konuşuyorlar. Onlara ne kafasız, ne beyinsiz, ne zevksiz insanlar olduklarını hiç çekinmeden anlatmak lâzım. Bunu da gazeteler yoluyla yapmak lâzım. Ama gazeteciler bizi almazmış şuymuş buymuş, girmesini başaran girsin. Yıllarca Ataç yaptı.
CEMAL SÜREYA
Ben mikrofonu gaspedeceğim. Yalnız bir dakika konuşacağım. Ben diyorum ki, yayıncılardan bahsettik. Deminden beri yerli yazarlara karşı bir lütufta bulunuyorlarmış gibi bahsettik. Yerli yazarları da yanısıra basıyor falan dedik. Ama asıl bütün başarmış yayınevlerinin deneyleri göstermiştir ki, yahut o deneylerden biz çıkartmaktayız ki, yerli yazarları hâkim edebiyat gruplarının temsilcileri basmakla elde etmişleridir. Meselâ Varlık Yayınevi sağlam durumunu o devrin şiir ve hikâyesini, Panait Istrati ile birlikte, basmasıyla elde etmiştir. Evet, otoriteyi onunla elde etmiş. Babıâli’de öbür yayınevleri karşısındaki tercih edilir, üstün durumunu onlarla kazanmıştır. Aynı şeyi bugünün başarılı yayınevlerinden biri olan Yeni Dergi’de de görmekteyiz. Bu bakımdan yerli yazarları basmayı sadece miktarlar olarak düşünmemiz bizi bazı yanlış neticelere götürebilir. Yerli eserler yayınevlerine büyük bir potansiyel kazandırmaktadırlar bence.
SUNULLAH ARISOY
Konu şimdi yayınevi-yazar konusuna geldi durdu orda. Bence iki tane sorun var: biri, yazar, sanatçı yönünden; biri yayınevi yönünden. Şimdi Yaşar Nabi, Vedat Günyol, Memet Fuat, Şükran Kurdakul yayın yapıyorlar. Cemal Süreya’yı yayınevi sahibi saymıyorum, dergici. Bunlar yazarlıktan gelmiş kişiler. Belli bir işe ve yönteme girdikten sonra kaydılar. Ben Yaşar Nabi beyin bir süreden beri yerli kitap basmamasının daha öncesini biliyorum. 1956 yılında da bu böyleydi. Bu bir yerde sanattan gelmenin duyarlığı. O zaman da şiir kitabı basmıyorum, dedi, yanılmıyorsam ben bir mektup yazdım, sonra jüri kurdu galiba. Biz yayınevci olmadığımız zaman bizi herkes sömürüyor, biz yayınevci olduğumuzu zaman kimi sömürdüğümüzü bilmiyoruz, öyle anlıyorum. Yani sizinn içinde öyle söylüyorlar çünkü. Değil mi Memet Fuat? Öyle söylüyorlar efendim, Soyut’da öyle söylüyorlar. Ben yazdım. Memet Fuat’dan şikâyet ediyor, ne münasebet diyor, benim yazdığım. Memet Fuat dergilerde çıkmış birtakım şiirleri, en seçkin ozanlara; Cemal’e Edip Cansever’e, güvendiği kişilere seçtiriyor, o şiirleri dergisinde yayınlıyor. “vay beni sömürüyorsun, bana para vermiyorsun!” diye Memet Fuat’ın karşısına çıkıyorlar. Memet Fuat da sömürgen durumda. Bundan önce de Yaşar Nabi bey. Vedat beyin de başından geçmiştir böyle. Şöyle bir gerçek var, adam yazar oldu mu kitabını, iyi-kötü, şeyhin kerameti kendinden menkul, kitabının basılmasını istiyor. Herkes de kendisini büyük şair, büyük hikayeci, büyük şair zannediyor.
NECATİ CUMALI
Büyüğe lüzum yok canım, küçük de olsa…
SUNULLAH ARISOY
Şimdi yayıncılığa geçenlerin yapısı, mayası sanatçılıktan gelmiş olduğu için bunların da belli bir yerde duyarlığı var. Ben Yaşar beyi de bir yerde anlıyorum. Ama tasvip etmiyorum. Memet Fuat’ı da öyle anlıyorum. Sizin seçme özgürlüğünüz var. Bunu kullanacaksınız. Bunda güçlükler var tabiî, onu da anlıyorum. Şimdi bakın dört tane yayınevi, birleşip birşey yapın yani…
REFİK ERDURAN
Ben sadece bir parantez açmak için izin aldım. Her şeyden önce gerçekçi olmak gerek bu konuda. Yayıncı ve yazar ilişkilerinde. Beğensek de beğenmesek de piyasa mekanizmasının ön plânda bulundurduğu bir düzen içindeyiz. Bu yazarların niçin az yayınlandığı meselesinin nedeni bence yazarların kendilerini okutamamalarıdır ve sorumluluk onlardadır. Yan faktörler vardır. Devletin tutumu, gazetelerin, yayıncıların tutumunun elbette etkili olduğu üstünde birleşiriz. Ama ana sebep, yazarın kendisinindir, sorumluluk da ondadır. Bir yazar kendisini okutturabilirse bütün bu sedleri aşar. İster istemez devleti de şu veya bu kanaldan kendisine yaklaştırır ve piyasa mekanizması işler, ister istemez yayıncılar onun peşinde koşarlar, ister istemez haber haline gelir, peşinden koşar gazeteler. Bu bakımdan yayıncıların yanındayım. Tabiî ölçüleri var. Memet Fuat arkadaşımız da var ortada, çok ülkücü davranışı olduğunu görüyorum, alkışlıyorum. Fakat bu da bir compromis’dir, bugünkü şartlar içinde. Tam ülkücü olan bir yayıncının ancak iflâsa sonuçlanacağı muhakkaktır. Ancak açtım parantezi, parantez şu: haklı olduğu halde sayın Nayır, bence çok yanlış bir sebep ileri sürdü kendisini savunurken. Bu sebebi hiç beğenmedim. Kendisi kırılmış insanların dedikodusuna. Bence Türkiye’nin bugünkü şartları içinde kimsenin böyle bir tutuma girmeye hakkı yoktur. Hepimiz kırgınlıklar, kişisel duygular içinde kalsak hepimiz çok ters tutumların içine gireriz ister istemez. Sayın Nayır’a sempati duyuyorum, elbette böyle bir suçlama karşısında insan infiale kapılır, ama iradesinin frenini işletip etkide kalmamasını da dilerim.
RAUF MUTLUAY
Edebiyatın genel meselelerini konuşmak niyetiyle işe başlarken yazılı bir plânın gerekliliğini arzetmiştim. Hemen çok egositçe birdavranışla, hepimiz de bunun içindeyiz, edebiyatçının eseriyle bu eserin yayını meselesi haline getirdik. Toplum karşısında Türk edebiyatının ana sorunlarını konuşmaktan uzak kaldık sanıyorum. Evvelâ şu konuda birleşmemiz gerekiyor gibi geliyor bana. Edebiyat bütün toplumlarda gerileyen bir sanat dalı, değer olarak. Üstelik de toplumda yeni teşekkül etmiş bazı kıymet hükümlerinin karşısında da büsbütün gerilemek durumunda. Bir dönem vardı ki, Türkiye’de Türk edebiyatının hiçbir düşmanı yoktu. Türk edebiyatı, hükûmet ve devletin dışında hiçbir düşmanla karşılaşmıyordu. Ama bugün Türk edebiyatının düşmanları var Türk toplumunda… Spor var, eski Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş değil, Samsun Spor, Kütahya Spor, Antalya Spor, Edirne Spor, Lazigolar, Amigolarla teşekkül etmiş, yüzbinler, milyonlara varan taraftarıyla, hafta sonunda yapılacak maçın ilgisini haftanın ilk gününden başlayarak, o tandansı, böyle gerginliği sürdürerek yürüten milyonlarca insanın ilgileri var. Bunlar edebiyattan çalınan değerler. Hafif müzik var, hiç aldırış etmediğimiz bir şey var, il radyosu var, devlet radyosu, hafif müzik, Antonie var, Silvie Vartan var, Adamo var. Ben bir öğretmen olarak o kadar gözlemler yapmak durumuna düşüyorum ki. Kim bu adam? diyorum “Aaa falan” diyorlar. Öteki, filan. Adına dergiler çıkan kişiler Avrupa’da. Onlar muhakkak ki Batı yazarlarından çok daha önce geliyorlar Türk toplumuna. Müthiş bir sinema tiryakiliği var, bilirsiniz bu rakamı çok kullandık, haftada bir milyon bilet kesiliyor sinemalarda. İstanbul’un bütün kütüphanelerine devam eden kişiler yılda yedi bin kişi. Ama İstanbul belediyesine resmi ödenmek şartiyle sinema mevsiminde haftada bir milyon bilet! Üç liradan üç milyonluk bilet. Evet haftada bir milyon kişi. Tiyatrolar… Bunları edebiyatın dışında saymak zorunda kalıyorum. Yazarlık oynanmakla birlikte tiyatro bir eğlence niteliğinde, tiyatro gidilmesi gerekli bir yer, “neler gördünüz, ne yaptınız” diye kadınlar sohbetinde konuşulan bir şey. Sonra müthiş magazin dergileri var. Yeni baskı metotlarının bütün imkânlarını kullanarak. Çamur gibi edebiyat dergilerinin yanında tifdruk baskıyla, Web ofsetle filan. Fotoğraf var, fotoğraf sanatının başka dallara hizmet eden yanı var. Radyo var. Politika var. Bunların hepsini ben edebiyat düşmanı olarak ilân ediyorum. Bütün bunlar edebiyatın okuyucusunu çalan şeyler. Geriye ne kalıyor? Geriye kalan miktar bizim yetinmeye zorunlu olduğumuz miktar. Eğer yedi yüz bin aydın varsa –lise mezunun aydın kabul edelim- bunun yüzde onunun halk çocuğu olduğunu kabul etmiyorum ben, yüzde doksanının halk çocuğu olduğunu kabul ediyorum. Türkiye’de ne aristokrasi var ne de tam anlamıyla burjuvazi var. Yüzde doksanının halk çocuğu olduğunu kabul etmeye hazırım, ama bu hiçbir şeyi ifade etmiyor, bir yerde sanatı ve edebiyatı bırakan insanlar olduktan sonra. Edebiyatla okulun hiçbir ilintisi yok, bir edebiyat öğretmeni olarak, lisede bunun ıstırabını çeken bir insan olarak söyleyeyim, edebiyat dersi bir bilmece bizim için. Namık Kemal’in şiir bilmece, ne şiir, ne fikir, ne toplumsal bildiri. Hayır. “görüp ahkâmı asrı…” ahkâm ne demek? Ordan başlıyorsunuz, hükmün çoğulu demek… Ahkâm-ı asr… Bitti işte ondan sonra Namık Kemal kalmıyor artık. Bir beytin üzerinde yarım saat uğraştıktan sonra ne Namık Kemal kalıyor ne de onun bildirisi kalıyor. Bilmece gibi bir şey. Aslında devletin tanzim ettiği müfredat programları hiç de edebiyat hocalarını muayyen yola mecbur eden bir program değildir. Çok samimi söylüyorum, müthiş inisiyatif verir edebiyat hocalarına. Beşinci madde: “Yeni Türk edebiyatından seçmeler, öğretmenin uygun göreceği şeyler…” Öğretmen neyi uygun görürse okutur. Ders kitaplarının tanzimi de tamamen serbest satıma bırakılmıştır. Suut Kemal Yetkin kendisi hiç emek vermeksizin kız kardeşinin emeğine imza atarak bir kitap çıkarmıştır. Ders kitabı olarak o kitapta yeni Türk yazarlarına bol miktarda yer verilmiştir, ama o kitap kalitesizdir. O kitap ders kitabı niteliklerini taşımadığı için hiçbir edebiyat hocası o kitaptan yararlanma yoluna girmemektedir. Türk yazarları bunda da suçludurlar. Ders kitapları yazmamakla. Ama yazanların başına ne gelmiştir, o da hususi tecrübeler olarak…
OKTAK AKBAL
Cevdet Kudret…
RAUF MUTLUAY
Cevdet Kudret’in yanı sıra benim de âcizane bir şeyim var. Beş sene savsakladılar, en güzel kitap (ortaokul kitabından başladım) dediler, beş sene savsakladıktan sonra basılamaz dediler. Bütün bunlar politik engellemeler. Yani diyeceğim şu ki, hayatla, okulla, edebiyat paralel gitmiyor, gidemez, gitmemesinin büyük sebebi hükûmet politikası değil. Milli Eğitimin amaçları değil. Aslında Milli Eğitimin amaçları yeni Türk edebiyatına imkân verecek şartlar taşıyor. Fakat yetişmiş olan edebiyat hocalarının kişisel ihmalleri, imkân bulamamaları. Edebiyat nedir? Bunu tarif edecek lise son sınıf öğrencisi bulamazsınız. Niye okunur edebiyat? Okunmasa daha iyi! İşin bir zevk tarafı, bir beğenme tarafı kalmadı. Matematikten daha beter bir mecburiyet edebiyat şimdi. Hiçbir güzelliği yok bunun. Netice: Acaba yayınevleri piyasada, yahut da teşekkül etmiş bu yeni zevk akımlarının karşısında bir rekabet ölçüsüyle mecburi ölçüler edinmek zorundadır. Netice Türk yazarının kendisini okutmasına, kendini sattırmasına geliyor. Konuşmamızın başından beri verilen Orhan Kemal misalinin yanlışlığına özellikle işaret etmek isterim. Niçin Orhan Kemal misali? Daha başka bir edebiyat vardır Türkiye’de. Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Esat Mahmut Karakut. Bayağının üstünde asil bir edebiyat vardır. “Sinekli Bakkal”ın 24. Baskısını elimde tutuyorum. Her baskısında bin bassa 24 bin basmıştır şimdiye kadar. Daha dün Şevket Süreyya’nın “Suyu Arayan Adam”ı, “Tek Adam”ı çıktı. Bunlar edebiyat değil edebiyat dışı nesneler! O halde toplumda edebiyatçının görmek zorunda olduğu bir akım, bir eğilim var. Nedir o eğilim? Edebiyatı arzu etmemek. Yahut edebiyatın kendi arzu ettiği noktaya gelmesini arzu etmek. Kabul edelim ki Türkiye bir ihtilâller dönemi içinde. Talât Aydemir’in hatıratı tek başına bir gazeteyi kalkındırıyor. Buna karşı üç beş gazetede tekzipler doğuyor, “Menderes’i kim astırdı”… Edebiyatı kim takar? Burada Yalova kaymakamı gibi bir şey oluyoruz. Türk toplumu ihtilâller döneminin nabız değişikliklerini yaşayan bir toplum. Bunlar gelgeç krizler. Ama meselâ Orhan Veli Türk toplumuna mal olmuş bir şey. Netice, muhakkak bir zaman aşımına bakıyor. Yani, edebiyatçı yayınevi ve yazar olarak iç meselelerini konuşmadan çok önce edebiyatı bir toplumsal kurum olarak sinemanın, radyonun, sporun karşısında kendi kendini güçlendirecek bir kurum olarak görüşeceğimiz konular var. Bundan sonra yayınevleri, yazarlar, baskı imkânları… Önce bir mağlubiyeti kabul etmekle işe başlamamız lâzım, sonra bu mağlubiyetin çıkış yollarını tiyatroda, sinemada, şiirde, günlük hayatta, politikada edebiyatın kurtuluş yollarını aramamız lâzım. Pek tabiî eğitim yolunda da.
ÂSIM BEZİRCİ
Benden önce Mutluay arkadaşımız, değinmek istediğim birçok şeyleri söyledi. Onlara katılıyorum. Yalnız Yaşar Nabi beyin sözleri üzerinde durmak istiyorum. Biz burada bugün sadece yazarlarla yayıncıların ilişkilerini konuşmak için toplanmış bulunmuyoruz. Yazık ki, konuşmaların akışı bizi yazarlarla yayıncıların ilişkileri ya da çatışmaları konusu üzerinde toplamış bulunuyor. Ben bundan önceki konuşmamda yedi madde sıralamıştım, onlardan çoğu unutuldu, sadece yazarlarla yayıncılar konusu ele alınmış bulunuyor. Öne alındı… Bunu doğru bulmuyorum. Çünkü öbür altı maddenin de bence kendilerine göre önemleri vardır. Onların da konuşulması gerekirdi. Bir kere Yaşar Nabi beye bazı konularda itiraz etmek istiyorum. Diyor ki Tevfik Fikret zamanında az satılmıştır, bugün çok satılıyor. Hayır, itiraz ediyorum. Tevfik Fikret’in eserlerini yayınladığı dönemde Türkiye’de okur yazar miktarı yüzde 5 ile 7 arasındaydı, bugün yüzde altmış arasındadır. Bu orantıyı bugünkü durumla çarparsanız çok acı bir sonuçla karşılaşmak zorunda kalırsınız. Bugün Türkiye’de yerli yazarlar birkaç kişinin dışında eserlerini yayınlamakta büyük güçlükle karşılaşmaktadırlar. Yaşar Nabi bey diyor ki: bazı kimseler yerli yazarları sömürdüğümü söylüyorlar, ben de onlara küstüm, eserlerini yayınlamıyorum. Burada küstüm sözü yanlış olabilir. Kırıldım, yanlış buldum, doğru bulmadım da denebilir. Yalnız şu var, Yaşar Nabi beyin tanıdığım yayıncılar arasında sağduyusunu en kesinlikle kullanan bir kimse olması dolayısıyla bu sözünü doğru karşılamıyorum. Bütün yazarlar kendisine küsse de onları alacaktır karşısına, “senin eserin şu kadar basıldı, şu kadar satıldı, senin bana sömürücü demeye hakkın yoktur” diyecektir. Bunu demeden küsüp, onun eserini basmamak yanlış bir yoldur. Yaşar Nabi, benim karşılaştığım yayıncılar arasında sözünü esirgemeden açık, yalın söyleyen kişiler arasındadır. Onun kendine göre ölçüleri vardır, onlar benim doğru bulmadığım ölçülerdir, ama bunu dürüstlükle söyler, onun ölçüleri budur, ben onlara uyuyorsam eserimi alır basar, uymuyorsam basmaz. Bu yanını her zaman övgüyle karşılamışımdır. Yalnız bazı kimselerin “beni sömürüyor” demesine kapılarak yerli yazarlara yer vermemesini doğru bulmuyorum. Bu bakımdan bunu eleştirmek isterim. Burada duygular değil sağduyu geçerli olmalıdır. Ben Yaşar Nabi’yle çalıştım, her gittiğimde bir buçuk saat tartışma yaptım. Kendisine saldırdım. Amansız tartıştım. Buna karşılık onları unuttu, karşılaştığımız zaman hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Bu batılı davranıştan ötürü kendisini kutlarım. Ama demin söylediğim yanlış davranışından ötürü de kendisini eleştirmek isterim.
YAŞAR NABİ NAYIR
Bir cümle. Şunu demek istiyorum: Benim tecrübemden geçmemiş, benim durumumda olmayan bir kimse beni yargılayamaz.
ÂSIM BEZİRCİ
Bu sözü bir yerde gerçek saymalı. Ama bir eleştirmen olarak karşı çıkıyorum. Ben eleştirmenim. Sanatçı değilim. Bir sanat eseri yaratmıyorum. Mademki sanat eseri yaratmıyorum sanat eseri yaratanı eleştiremem. Bu böyle olmaz… Ataç’a demişler ki “Sen sanatçı değilsin, sanat eseri yaratmıyorsun, bizi eleştiriyorsun”. “Ben” demiş, “tavuk değilim ama çürük yumurtadan anlarım.”
ORHAN HANÇERLİOĞLU
Anatole France demiş bunu. Yumurtlayamam ama…
ÂSIM BEZİRCİ
Çok saygı duyduğum Yaşar Nabi’nin yayıncılık özellikleri demin belirtmeme karşın ona itiraz etmek gerekliliğini duyuyorum. Ben onun ölçülerini biliyorum ve bu ölçüleri açık seçik olarak her zaman ortaya koymuştur. Onunla her zaman tartışmışımdır. Buna karşılık bana hiç kin duymamıştır. Hiç art niyet beslememiştir. Bir çevirimi götürdüğüm zaman “ben beğenmedim, şu şu sebeplerden” diye basmamıştır. Birtakım kişisel şeyleri açıklamak zorunluluğu duyduğum için kısa kesmek istiyorum.
Diyor ki Memet Fuat, kapı kapı dolaşarak eserlerinin basılmasını sağlamaya çalışırdı. Acı bir durum. Ondan sonra ekliyor, bugünkü yazarlar mutlu bir durumdadır, diyor. Ben Fikret örneğini öne sürerek diyorum ki, mutlu bir durumda değildirler, en acı durumdadırlar. Hüseyin Rahmi eserlerini hep yayıncılara bastırmıştır, kendi parasıyla eserlerini hiç bastırmamıştır; fakat bugün birtakım yazarlar var ki yayıncılar eserlerine itibar etmemişlerdir. Fransa’da dünyanın öte tarafında beşinci derecede tanınan bir yabancı eser bugün Türkiye’de birinci esermiş gibi öne sürülmektedir. Onun derecesinde olan benim çok sevdiğim yazarlar geriye itilmektedir. Sayın Yaşar Nabi size saygımı belirttim, birleştiğimiz noktaları da belirttim. Bugün Türkiye’de Georges Simenon’un eserleri durmadan basılırken birtakım yerli ve değerli yazarlar, şairler öteye itilirse ben buna karşı çıkarım. Siz beni suçlayın. Ben şunu söylüyorum: Bugün Fransa’da, İngiltere’de, beşinci derecede, altıncı, yedinci derecede birtakım çeviri eserler itibar görmekte, sürülmektedir. Türk edebiyatı tıpkı bugün sanayi mamullerinde olduğu gibi yabancı ithâlatın tesir ve baskısı altındadır. Ve böyle sürerse, yerli yazarlara yer verilmezse, sadece kazanç kaygıları öne sürülürse, yerli edebiyat diye birşey kalmayacaktır. Yabancı sermayenin Türkiye’ye girişi gibi yabancı edebiyat da Türk edebiyatını silecek…
TAHİR ALANGU
Ağlatacaksın bizi Âsım…
NECATİ CUMALI
Çok güzel söyledin. Bravo.
ŞÜKRAN KURDAKUL
Meselemiz yalnız yazar-editör ilişkileri olsaydı… Devletten isteyeceğimiz şeyler var. Bunları konuşalım. Bazı arkadaşlar şu veya bu sebeple editör-yazar ilişkisine konuyu teksif ettiler. Devletten isteyeceğimiz şeyler vardır. Kitabın kilosunu iki liraya gönderiyoruz. Kâğıt parası meselesi…
RAUF MUTLUAY
Bir noktayı açıklamak istiyorum. Toplantıdaki sohbetlerin bir açık oturum tekniğiyle, yahut bir münazara tekniğiyle yahut serbest sohbet, tartışması şeklinde, yani bunun usulünü tayin etmezsek, söz istemek hakkımız da kalmaz. Bir konuşmadan sonuç istiyorsak bunu belirli bir tekniğe göre yürütmek üzerinde birleşmeliyiz. Kesin bir sonuca varmak istiyorsak tezimizi, antitezimizi baştan koymak lâzım. Böyle bir şey koymadık. Dedik ki Türk toplumunda Türk edebiyatının ve Türk edebiyatçısının yeri nedir? Ve bunun altı, yedi, sekiz maddede konuşulacak özü… Söz döndü dolaştı, çok hıssî ve tatlı taraflarıyla herkesin kalben katıldığı bir noktadan yazar ve yayıncı ilişkisine geldi dayandı. Bu konunun fer’i yanlarından biriydi. Hakikaten fer’i yanlarından biriydi. Çünkü yayıncı bu toplumun bir organı. Yazar bu toplumun bir organı. Toplumda edebiyatın ana sorunları diye bir konuyu konuşmamız gerekiyordu. Böyle bir inhiraf vuku buldu. Âsım beyle Yaşar bey arasındaki karşılıklı konuşma da biraz erken oldu. Olacaktı bu. Netice itibariyle olacaktı, ama bazı meseleleri hallettikten sonra olacaktı. Bir aydınlığa o zaman çıkacaktı bana kalırsa. Oysa öne çıkarak henüz çözülmemiş sorunların önüne geldi, pek tabiî ki kesin bir sonuca bağlanmayacak.
ORHAN HANÇERLİOĞLU
Mutluay arkadaşımız konuyu çok güzel özetledi. Türk toplumunda Türk edebiyatının Türk edebiyatçısının yeri nedir? Âsım Bezirci bunu ayrıntıladı. Bence bu güzel bir ayrıntılamaydı. Bunun birinci maddesi üzerinde görüştük. Evet, ileri geri sözler oldu. Bu böyle olacak. Bu da bence doğaldır. Yazarın yayıncılarla ilişkisi nedir? Duyusal ve kişisel olmak da doğaldır bence. Bu gibi konuşmalarda. Olacak da bu. Memet Fuat arkadaşımızın çok güzel işaret ettiği gibi Sabahattin Ali, Sait Faik, Abdülhak Şinasi’yi hiç anmadık, bunlar da Türk yazarları, hiç unutulmamalıydı. Bunların eserlerinin yayını ve satılması bakımından özellikleri var. Bu bir gerçektir. İstismar konusu da konuşuldu. Önemli olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Şimdi müsaade ederseniz şöyle bir sorunla bu işi kapayacağım: Bence bu birinci maddenin görüşülmesinin sonucu şu olmalıydı: yayıncılarla yazarların ilişkisi, yani bugünkü Türk edebiyatının durumu, yayıncıların sorumluluğu mudur? Bunun karşılığı nedir? Bu sonuca mı vardık? Hayır, bu sonuca varmadık. Karşılıklı suçlamalar oldu. Ama bu sonuca varmadık. Hangi sonuca vardığımız da belirmedi.
SUNULLAH ARISOY
Mutluay’ın önerdiği plânda birleştik ve o yönde ilerlemeye karar verdik. Mutluay çok güzel sınıflandırdı. Sonra bir parça iş karıştı isterseniz Mutluay’ın sınıflandırdığı ölçüler içinde nereye vardık, bundan sonra nereye varacağız? Bundan sonraki toplantıda ille tek konuyu savunalım.
RAUF MUTLUAY
Konuşacağımız sorunu Türk toplumu karşısında Türk edebiyatının yeri, değeri, önemi, görevi, etkisi diye kaba çizgilerle belirtmiştim. Bezirci bunu gazete, radyo, okul, okur, kültür ortamı, memuriyet, halk karşısındaki ayrıntılarını ortaya koydu. Sanıyorum ki şu noktada hepimiz birleştik. Türk yazarının bugün Türk devleti ve hükûmeti karşısında, ondan yazarlığını araç ederek, beklediği hiçbir şey yoktur. Yani Türk yazarı yazarlığını basamak yaparak devletten maaş, memuriyet, kıdem, mansıp gibi şeyler istemek durumunda değildir. Türk yazarı Türk toplumunda kalemiyle özgür bir ortamda yaşamak dileğindedir. O halde gelgeç hükûmetler CHP olsun, AP olsun, TİP olsun Türk yazarına herhangi bir imkân tanımayacaktır. Türk yazarı kaleminin özgürlüğünü yaşamak niyetinde ise… Şimdi Türk yazarı toplumun karşısında, halkın karşısında güveni ifa eden bir kişi olarak önemi nedir? Bunu soruya bırakmış durumdayız. Değer nedir? Bunu konuşurken baskı, dağıtım, duyurma imkânları çıktı. Görevi var, etkisi var. Sanatı engelleyen etkenler, sanatı güçlendirecek olanaklar var. İşte o son maddelerdeki şeyler birdenbire öne fırladı Türk yazarları, Türk yayınevlerinden şikâyet etme konusunda birleşmiş gibi göründü. Oysa bu edebiyatın toplum karşısındaki kavgasının basacağı ayaklarından biriydi. Bunu öne alarak hiç de doğru yapmadığımızı sanırım. Yayınevciler burada olduğu için değil, burada olmadığı için de… Çünkü yayınevciler de Türk yazarından tamamen ayrı görevde ve kişiler değiller. Türk edebiyatçısı da toplum karşısında kendini bazı sınırların içinde âciz hissediyor. Türk yazarının yerini saptadığımıza göre, hükûmet ve devlet dışında bir kalem sahibi… O halde toplum, toplum yöneticileri, yazar gibi üçgenin bir köşesinden hareket edeceğiz. O zaman toplumdaki edebiyatın yeri, toplumda edebiyatın açısı içinde Türk edebiyatçısının zati kavgası. Bugünkü toplumu meşgul eden çeşitli temaşa imkânlarının dışında edebiyatın kendi başına yaptığı bir kavga varsa, bir sanat kavgası varsa, ki var, Türk edebiyatçısı kavgasını eser, fikir olarak nasıl yapacak, hükûmetten, devletten imkân beklemediğine göre kişiliğini, etkisini, görevini nasıl kazanacak?
İKİNCİ OTURUM
(20 Kasım 1966)
YAŞAR NABİ NAYIR
Şimdi, geçen oturum şu esaslar üzerinde konuşuldu: (Tabiî bir sonuca varılamadı. Çünkü herkes ayrı ayrı görüşler ileri sürdü). Devlet ve hükûmet yardımına bugünkü ortam içinde bağlanılamaz. Bu önemli görev organından ne yazık ki hiçbir şey beklemeyeceğiz. İkincisi, okullarla, okul kitaplarının günümüzün edebiyatını yansıtması, edebiyata bu yoldan yapacağı yardım sorununa gelince, bu konuda da büyük bir şey beklemenin bugün için mümkün olmadığını, Atatürkçü ve sanatsever öğretmenlerimizin gösterdikleri bütün ilgiye ve çabaya rağmen çarkın tersine dönmeye devam ettiği, bugün bu yönden de engelleme dışında büyük yardım beklemenin abes olacağı. Üçüncüsü, yabancı yapıtlar bakımından meselenin ortaya konulması. Yabancı yapıtlar bugün izin alınmadan, doğrudan doğruya, on yılı geçmiş hattâ geçmemiş olanlar da çevriliyor. Hiçbir telif hakkı da ödenmeden çevrilebildiğine göre bu durumun Türk yazarları aleyhine ortam devam etmektedir. Bunun yasalar yoluyla düzeltilmesi sorununu bu hava içinde meclise getirmenin yararı olmadığı kanaatindeyim. Kimse yüzünü çevirip bakmayacak, bu tezle ilgilenmeyecektir. Demek ordan da bekleyebileceğimiz bir şey yok. Basının, bugünkü koşullar içinde edebiyatımıza bir yardımda bulunmalarını hepimiz dileriz ama bu dilekten ibaret kalacaktır. Bunu değiştirmek bizim elimizde değildir. Ancak edebiyat havadis olduğu ölçüde gazeteye geçiyor. Yani Mahmut Makal Tevfik edilirse, Fasıl Hüsnü Dağlarca sorguya çekilirse, Âşık İhsani Tevfik edilirse hâdise oluyor, bunların eserleri tanınıyor ve eserleri aranıyor. Eğer içinizden bu gibi fedailer çıkarsa eserini tanıtmak için kendini Tevfik ettirmek zahmetine girerse… Gazetelerden demek ki bugünkü şartlar içinde bir şey beklemek anlamsız olacaktır. Bunun dışında dil sorunu var -elbette ki hepimiz dilin bugün özleşmesi taraftarıyız-. Ama, bu hızlı özleşme çağında ister istemez, halkı geriye iten, edebiyattan uzaklaştıran bir durum meydana gelmektedir. Okurlardan çeşitli zamanlarda aldığımız mektuplar da bunu göstermektedir. Türk edebiyatının daha az okunmasını doğuran sebepler arasında bunun önemli bir yer tuttuğu inkâr edilemez durumdadır. Gene bunun dışında Türk toplumunun bugünkü ortamda ve geçirdiğimiz hızlı sosyal değişimler ve sarsıntılar yüzünden Türk okuru sosyal sorunlara büyük ilgi duymakta ve yönelmektedir. Bu sorunlara sırtını çeviren, daha çok soyut akımlar içinde, yabancı ülkelerden gelen birtakım akımlara kapılma yüzünden birtakım yazarlarımızın ister istemez okurla ilgisi kesilmiştir. Bunu Memet Fuat arkadaşımız gayet iyi açıkladı. “Ece Ayhan, Ece Ayhan’ca yazar” dedi. Ece Ayhan, Ece Ayhan’ca yazdığı sürece hiçbir şikâyeti olmamak gerekir. Kendisi de bunu biliyordur, 300 tane veya 400, 500 tane satılacaktır kitabı, kitapçılar, yayıncılar pek kolaylıkla eserini basmayı kabul edemeyeceklerdir bu durumda. Onun halka karşı, okuyucuya karşı bir sorumluluk durumu vardır, fakat o diyebilir ki, “Ben satılmasını beklemiyorum eserlerimin, ben yüz yıl, elli yıl sonrası için yazıyorum”. Burda haklı olabilir. Onu biz sorumlu tutmak durumunda değiliz. Her yazar mutlaka sosyal dâvalarla uğraşsın, tezini yazsın, halka kendini sevdirsin, halkın anlayacağı dille yazsın dâvası ayrı dâvadır. Bu dâva belki haklı olabilir. Bu dâvaya bağlandıkları halde gene de sanattan ayrılmayan, gene de sanatla birlikte dâvayı yürütenlere elbette bir şükran borcumuz vardır. Onları belki tercih de etmek hakkımızdır. Ama bunun yanında bu dâvalara sırtını çevirmiş, halka sırtını çevirmiş olanların şikâyet etmeye hakları yoktur. Yazarın sorumluluğu deyince akla iki şey geliyor, yazar topluma karşı sorumludur, bir de kendine karşı sorumludur, kendi durumu yüzünden kendine karşı sorumlu olan yazarın kendisidir. O kendisi bilir bunu tayin etmeyi. İlle de dâvacı yazar olmamakla beraber dâvacı olmamak yüzünden kendisine gelen zarardan da başkasını sorumlu tutmamak gerekir. Bunun dışında bütün bu saydığımız nedenler yüzünden yayınevlerimizin yerli yayınlara niçin önem vermedikleri konusu ortaya çıktı, yeteri kadar tartışıldı. Burada haklı olup olmamak meselesi doğrudan doğruya malî konulara bağlı olduğu için, empoze etmeye kalksak bile, o malî sorun karşılarına çıkacak, kendilerini bir yerde durduracaktır. Şimdi durum böyle olduğuna göre konuşabileceğimiz bir konu var: Yazarın sorumluluğu. Bugünkü koşullar içinde edebiyatımızın halka intikal edememesi ve halkla yazar arasında bir kopma meydana gelmesi sorununda yazarın sorumluluk derecesi nedir ve bu durumda halkın istediği anlamda, istediği anlayacağı dille, anlayacağı ortamda bir yazı seviyesi ve seveceği dâvaları benimsetecek şekilde yazmak durumuna sevketmek, sosyalist cumhuriyetlerin resmen yaptıkları, savundukları bir dâvadır. Konuşulabilir üzerinde. Bir de hükûmet sansürü şeklinde, toplum sansürü, yahutta edebiyatçıların ortak baskısı şeklinde de düşünülebilir. Bunu bir sorun halinde konuşalım.
SABAHATTİN KUDRET AKSAL
Şimdi bir konuyu konuşurken o konuyu çok keskin tanımlamalarla ortaya çıkarmamak lâzım. Zannediyorum ki, şimdi, şu anda, bir konuyu konuşmaya başlıyoruz. Başlamadan önce bir kere daha konuyu derli toplu olarak, bir soru halinde veya bir sorun halinde veya bir sorun halinde ortaya koyalım, bunu rica ediyorum.
RAUF MUTLUAY
Bu konuşmaların geçen haftaki konuşmaların tabiî bir devamı olmasını beklerdik. Bu devam gide gide bir noktaya dayanacak şüphesiz. Geçen hafta “Türk yazarının bugünkü toplumdaki yeri” şekli halinde ifadelendirdiğimiz bir konuya başladık. Konuşmacıların bir çoğu devlet, hükûmet ve çeşitli yayın organları karşısında edebiyatçının değişen durumuna değindiler, özellikle şu özet çıktı ortaya: Bugünkü edebiyatçının eski edebiyatçı gibi toplum içinde bir zatî imtiyazı, ayrıcalığı yok. Yetişmesi herhangi bir vatandaş yetişmesidir. Meselâ Tanzimattan sonraki aydınlar gibi özel bir kuvvete sahip değildir. Ya bir meslek okulunda, ya bir üniversitede yetişmiş, ya da hayatını kazanmak için kendisini edebiyattan ötelere iten zahmetlere karışmıştır. Hayat atıldıktan sonra bir yandan da yazmak işine giriyor, en tabiî eğilim alanı gazete oluyor. Ancak birkaç zamandan beri gazete denen yayın organının edebiyata sırt çevirdiği muhakkak. Yayınevlerinin öteden beri hangi ölçülerle hareket ettiği bilinen bir gerçek. Ödüllerin, yazarları iyi bir amaca kışkırtacak güçte olmadığı ve kısırlığı da biliniyor. Devlet ve hükûmet iltifat makamında edebiyatçıya hususi bir mevki ayırmıyor. Esasen yeni edebiyatçı da her zaman muhafazakâr kuvvetlerin elinde bulunagelen hükûmete karşı bir tavır almış oluyor. O halde bugünkü edebiyatçı emeğini hangi yollarla gerçekleştirecek ve gerçekleştirdiği günleri nasıl sürecek? Geçen hafta kendiliğinden toplumda edebiyatçının yeri konusu yayınevleriyle yazarların ilişkisi şekline döküldü. Bu bir tesadüf mü? Bir hafta bunu düşündüm. Bu bir rastlantı değil, yeni bir dönemdeyiz, edebiyatçı artık yalnız kendi silâhıyla dövüşmek zorunda, dolayısıyla kendisini halka da, topluma da, hükûmete de kabul ettirecek tek kuvvet onun kendi yazdığı eseri oluyor. Bu eser topluma sunulması gereken bir eser olduğuna göre de baskı ve yayın işi öne geçmiş oluyor. Son yıllarda meydana çıkan bir durum da yayınevlerinin edebiyatçıların eline geçişi. Şimdi edebiyatçı, edebiyatçı olan bir yayınevci karşısına geçmiş oluyor. Geçen hafta gene su yüzüne çıkan bazı hissî davranışlar da, tabiî kırgınlıklar, küskünlükler şeklinde gözüktü. Açık sözlü, açık gönüllü olarak. Bana göre netice şuraya geliyor. Yirminci yüzyılda doğmuş ve bugün çoğu hayatta olan edebiyatçıların yetişme imkânlarını kendi merakım yüzünden aradım. Necatigil arkadaşımızın sözlüğünde bulunan 235 rakamla yetindim. 235 edebiyatçının 59 u lise sonrası yarım üniversite, 17 si filoloji, 15 i Siyasal Bilgiler Fakültesi, 32 si Hukuk, 9 u Türk Filolojisi, 25 i Öğretmen okulu -çeşitli kademede-, 5 i Harbokulu, 14 ü felsefe, 5 i mimari, 1 tanesi matematik, 24 tanesi ortaokul ve yarım bırakılmış lise, 4 tanesi Tıp, 3 veteriner, 4 konservatuar, 2 si iktisad, 1 tanesi yüksek mühendis öğrenimi yapmış. Ne ifade eder? Herhalde cemiyette işgal edecekleri yer bakımından bir şey ifade eder, etmesi gerekir. Nitekim edebiyatçı olarak listeye geçmiş kişilerin bugün 80 tanesi öğretmen, 14 ü muhabir, teknisyen sıfatıyla gazeteci, 40 tanesi halen küçük memur, 27 si orta memur kademesinde, 12 kişi yayınevi yönetmeni, 20 kişi gazete yazarı görevinde, 15 kişi ticaret yapıyor, 15 kişi aktörlük ve rejisörlük, mühendislik, doktorluk, mimarlık, veterinerlik gibi işlerle hayatlarını sürdürenler de 4 veya 5 kişi. Sadece 8 bağımsız yazarımız var. Sadece yazılarıyla geçinmede direnen… Benim için son söz şu oluyor; edebiyatçı edebiyata düşman bir çok araçlarla mücadele etmek durumundadır. Gene kendi arasından çıkmış yayınevlerinin kısım imkânlarından umutlar beklemektedir. Yazarın sorumluluğu konusuna gelirsek bana göre yazarın sorumluluğu mutlaka surette kendisini okutmak, yaymak, bu işin kavgasını yapmak ve şu şartla, mutlaka zafer kazanmak şartiyle… Okunmuyorum diye vazgeçme şeklinde değil, kalemini okutacak, dinletecek güce eriştirecek şekilde. Nitekim son yıllarda birçok yazarın tiyatroya geçme imkânlarını aradıkları, kendilerini topluma kabul ettirme arzusunun bir başka şekli.
ORHAN HANÇERLİOĞLU
Geçen oturumda Türk sanatçısını ve Türk sanatının Türk toplumunu aştığını söylemiştim. Bugün birkaç kelimeyle bunu açacağım. Genellikle bütün sanatların toplumla ilişki kurabilmeleri için belli bir kültür çizgisinde, belli bir dünya görüşünde buluşmaları gerekir. Günümüz Türk edebiyatı her iki alanda da bu gerekli buluşmadan yoksundur. Edebiyat okuyucusu olabilmek için her şeyden önce okumasını bilmek gerekir. Bu ölçüde toplumumuzun tümüne yakın bir çoğunluğunu saf dışına çıkarır. Yaygın bir edebiyat olan halk edebiyatı okunan değil, dinlenen bir edebiyattı ve toplumla belli bir kültür çizgisinde kulak yoluyla buluşuyordu. Bundan başka eski edebiyatımız toplumla belli bir dünya görüşünde de birleşikti. Her ikisi de metafizik bir dünya yaşıyorlardı. Mevlâna, Yunus Emre, Güleyman dede ve benzerlerinin yaygınlığı bu yüzdendi. Daha sonra edebiyat temelde metafizikten başka bir şey olmayan bireyci bir dünya görüşüne yöneldi. Bu görüşün başlıca temaları Tanrısallık, Aşk, Töresel öğütlerdi. “Bibaht olanın bağına katresi düşmez” deniliyordu. “Şefkatli peder hissi ubuvvetle çalıştı” deniyordu. Bu demekti ki insanlar yönetenlere değil, kendilerine küsmeleridir. Şefkatli peder tembeldir ve bu yüzden yoksuldur. Babalık duygusuyla çalışkan olursa yoksulluktan kurtulacaktır! Bu metafizik bireyci mantık toplumun dünyasına uygun düşüyordu. Daha sonra diyalektik düşünce öğretti ki, insanın payına bir katre bile düşmemesinin nedeni “bibaht” oluşu değildi. Ve şefkatli peder böylesine bir düzende hissi übuvvetle değil, ne türlü çalışırsa çalışsın, yoksulluktan kurtulamaz. Türk sanatçısı yeni bir kültür ortamına geçişin çabasını yaşamaya başlamış ve toplumla ilişkisini büsbütün yitirmiştir. Kaldı ki bu geçişi henüz başarabilmiş de değildir. Toplum metafizik çağını yaşamaktadır. Aydın geçinenler metafizik bireyci dünya görüşünün güdümündedirler. Sanatçı yeni bir dünyaya girme yolunu araştırmaktadır. Böylesine bir kargaşalıkta öyle sanıyorum ki daha uzun bir süre birbirimizin yazarı, birbirimizin okuyucusu, birbirimizin eleştiricisi olarak kalacağız, bundan yakınmamalıyız.
MEHMET SEYDA
Biz burada yakınmakla yetinmeyelim. Güzel güzel sözler söyleyip de dağılmayalım. Ben istiyorum ki olumlu sonuçlara varalım, birbirimize pratik yollar gösterelim. Geçenki konuşmayı Rauf Mutluay çok isabetli bir şekilde derleyip toparlamış, tiyatronun, sinemanın, konser salonlarının, stadyumların, hipodromların, hattâ gazetelerin durup dinlenmeden edebiyat okuyucusunu kendilerine kaçırdıklarını söyleyerek bağlamıştı. Şimdi ben diyorum ki bunlara karşı edebiyatçı olarak -hepimiz burda Türk Edebiyatçılar Birliği üyesiyiz- ne gibi çareler, yollar düşünebiliriz. Neler teklif ederiz, neleri kabul ettirebiliriz? Ben şöyle bir sıralama yaptım kendimce. Edebiyatçıyı halka açacak yollar bence şunlar olabilir dedi. 1- Ortaokul ve liselerde okutulan ders kitapları, 2- Radyo, 3- Gazeteler, 4- Yayınevleri, 5-Dergiler, 6- Sanatçının özel olanakları, özel ilişkileri, 7- Türk Edebiyatçılar Birliği. Bunlardan okullarda okutulan ders kitaplarından şu anda umut kesmemiz lâzım gelecek. Radyo için geçenlerde TRT nin yönetim kurulundaki bir arkadaşla görüştüm. Birtakım imkânlar hazırlamak istediklerini söylediler. Eğer bu gerçekleşirse edebiyatçı için tabiî iyi olur. Hiç değilse ayda bir kere açık oturumlar falan düzenlenerek edebiyat akımları halka uygun şekilde açıklanabilir. Onun gerisinde ben de bu kademeleri ikiye indireceğim. Biri Türk Edebiyatçılar Birliği, bizim organımızdır. İkincisi sanattan gelme editörlerimiz. Yaşar Nabi beyden özür dilerim, sorunu daraltalım dedi ama biz de hazırlıklı geldik, çok kısa değineceğim. Aslında üç sayfa yazı yazmıştım bunun için.
YAŞAR NABİ NAYIR
Hepsi konuşuldu.
MEHMET SEYDA
Evet, güzel konuşmaktan ziyade pratik yollar üzerinde duralım diyorum. Peki o zaman doğrudan doğruya sanatçını sorumu meselesine geçeyim. Bence sanatçı yalnızca sanatına karşı sorumludur. Başka bir sorum tanıması onu başka yollara götürür. Bu sorum da kendini en iyi şekilde anlatabilme, açıklayabilme sorunudur tabiî. Sanatçı için başka bir sorun, başka bir sorumluluk düşünemiyorum. Kendini, dolayısıyla toplumu en iyi şekilde açıklaması onun başlıca sorunu, dâvası, falandır.
NECATİ CUMALI
Sorun, yazarın kendini tanıtmak, okutmak konusundaki sorumluluğu mudur?
YAŞAR NABİ NAYIR
Kendine karşı, topluma karşı sorum meselesi. İki sorun.
Üçüncü ve son bölümle devam edecek…