Duyargaçber ve Avha

Oldukça eski bir zamandı. Henüz teknoloji yoktu, elektrik, telefon yoktu, mektup, kitap, kitabe yoktu, devletler, ülkeler yoktu, dinler, ideolojiler yoktu, para, altın yoktu, duygular yoktu, akrabalık, aile yoktu, dünyada yedi kıta olsa bile, bizim bilgimiz yoktu. Denizde yüzen, havada uçan, karada dolaşan bir takım hayvan canlısı ve onlara dahil biraz insan vardık o zamanlarda. Ve o insanların kullandığı taştan, deriden, bitkiden ve ağaçtan birkaç alet vardı. Ateşi de yeni bulmuştuk, yeniden yakamayabiliriz diye yaptığımız ateş kafeslerine koruyuculuk ediyordu biraz güçsüzlerimiz.Genç olanlarımız ise ya avdaydık ya da orangutanlara, sırtlanlaraveya başka kabilelere karşı savaştaydık. Irmağa yakın bir vadide, sırtımızı verdiğimiz bir mağarada ve önünde ağaçlardan yaptığımız barınaklarda yaşıyorduk. Bizim kabilemizde on dört insan vardı. Sayı yoktu ama, var olan bilincimizle bunu anlayabiliyorduk. Başka yerlerde de bizim gibi topluluklar vardı. Bazılarının ateşi henüz yoktu, bazıları ateşleri sönse bile istedikleri zaman tekrar yakıyordu, bazıları farklı savaş ve ev aletleri de yapmışlardı. Aramızda yaptığımız her savaşta yeni bir şey öğreniyorduk birbirimizden.Kabilemizde, üçü yaşlı, sekizi genç, üçü çocuk olmak üzere, sekizi erkek, altısı dişi on dört ilkel insan yaşıyorduk.

Bir genç erkeğin annesi yaşlılardan biriydi, diğer erkek yaşlılardan birisi de babası olabilir, ama kesin olarak bilinmezdi. Keza, üç çocuğun annesi üç genç dişi olmasına rağmen, bunların babasının diğer dört erkekten hangileri olduğu da bilinmezdi. Bilmenin ve bilginin önemli olmadığı bir çağdı. Bu çağda önemli olan tek şey vardı; hayatta kalabilmek. Hayatta kalabilmek içinde dört şeyi yerine getirmek gerekiyordu: Birincisi, vahşi hayvanlardan ve düşman kabile savaşçılarından korunmak. İkincisi, uyumak ve dinlenebilmek için barınmak. Üçüncüsü, güçlü olabilmek için beslenmek. Dördüncüsü, canlı olmanın dürtüsü ve kabilenin sayısının artması için çoğalmak, yani üremek. Bunları yerine getirmek dışında, hiçbir şey yapmanın veya düşünmek için beyini büyütmenin gereği yoktu. Doğmak, hayatta kalmak ve yaşlanarak ölmek bu canlılar için yeterliydi. On dört kişilik bu kabilede üç yaşlının olması, hayatta kalma mücadelesinde başarılı olduğumuzun göstergesiydi. Çünkü birçok kabilede hiç yaşlı olmadığı gibi, kabile nüfusu on insanın üstüne çıkamıyordu. Hayatta kalmak zorlaştıkça, yeni şeyler düşünmek zorlaşıyordu. Hayatta kalmak biraz kolaylaştığında, insan canlısının yaşamına yenilikler ekleniyordu.

Bazı kabileler henüz işaretlerle anlaşırken, bazı kabileler çıkardıkları homurtular ve garip seslerle anlaşıyordu. Bizim kabilemizde bazı nesneler adlandırılmış, seslere anlamlar yüklenmiş, ilk konuşma dillerinden birisi doğmaya başlamıştı belki de. Seslere yüklenen anlamlar el ve vücut hareketleriyle birleştiğinde, kabilede yaşayan on dört kişinin de anlaşmaması için bir neden kalmamıştı. Önceden sadece üst bedenimizi saran hayvan postlarının parçalarından, cinsel organlarımızın olduğu yerlere ikinci parçalar bağlıyorduk. Utandığımızdan değil, utanma duygumuz yoktu çünkü. İçgüdüsel olarak istemimiz dışında bizi yönlendirebilen bu organlarımızı kapatarak kutsuyorduk  belki de. Avlarda sadece ağaçlardan yapılmış mızrakları değil, daha kalın bir ağacın içi oyularak, ok ve hayvan derisinden yapılan gerdirmelerle, daha uzağa gidebilen okları ve taştan el baltalarını silah olarak kullanabiliyorduk. Üşüyünce kaya içlerindeki barınaklarda yaşarken, sıcaklarda, açık havada çit ve yapraklardan yaptığımız barınaklarda leopar, sırtlan, bizon gibi yırtıcı hayvan tehlikelerini göze alarak kalabiliyorduk. Ateşimizi korumak için, altı taş, üstü deri ‘ateş koruyucusu’ aletlerini kullanıyordu yaşlı ateş terbiyecileri. Diğer yaşlılarımızın da, avlandıktan sonra kalan yiyeceklerimizi mağaralarda ve yerde açılan kuyularda saklamak gibi görevleri vardı.

Yaralarımızı iyileştirmek için ekinazya, ağrılarımızı azaltmak için gümüş düğme otlarının adlarını bilmiyorduk ama bulmuştuk. Diğer canlılardan farkımız bunlardan ibaretti. Mutluluğu, nefreti, kini, üzülmeyi, kurnazlığı bilmiyorduk; çünkü duygularımız yoktu. Diğer hayvanlardan biraz farklı olduğumuzu düşünüyorduk ama, çok farklı olduğumuzu biliyorduk ama, gücümüzü aklımızdan kaynaklandığının farkında değildik henüz.

Cinselliği de bilmiyorduk, şuursuzca çoğalıyorduk. Beslenmek gibi çiftleşme isteği duyuyorduk. Genç dişiler hem vücutlarının isteğini yerine getirmek, hem de annelik içgüdüleriyle çiftleşme ihtiyacı duyuyorlar, genç erkeklere bu isteklerini belli etmek için dere kenarındaki büyük taşların arkasına yalnız gidiyorlardı. Çiftleşme isteği gösteren dişinin yanına, orada bulunan en güçlü erkek gidebiliyordu. Zira, bunun dışında bir insan, başka bir insanı önemsemiyordu. Sahip olmayı bilmediğimiz için, bir erkeğin bir dişiye sahip olmasını da bilmiyorduk.

Bilinmezlikler içinde yaşamımızda ilk kuralları da öğreniyorduk; ya korkulan olacaksın ya da korkuyla yaşayacaksın, ya güçlü olacaksın ya da güçlünün sana verdiğiyle yetineceksin. Bunların yanında bir dişiye sahip olmak yoktu ama, mızrağa, oka, taş baltasına, barınağa, posttan yapılmış giysilere sahip olmayı öğrenmiştik. Doğuran dişiler, yavruları kendilerini beslemeye başlayıncaya kadar onlara sahip çıkmayı hep biliyorlardı. Yürümeye başlayıp da, biraz güçlenince, herkes kendi başının çaresine bakardı. Babalık, dişinin isteği üzerine veya bazen erkeğin zoruyla çiftleşmeyle birlikte son bulurdu. Dişiler hangi erkekle çiftleştiklerini hatırlamazlardı bile. Çiftleşmeler zevk almaktan çok içgüdüsel bir ihtiyaçtı. Dişi sadece dölünü almaya çalışır, erkek de vücudunun isteğine boğun eğip, vahşi hayvanlara karşı savunmasız kaldığı bu durumu bir önce bitirmenin kaygısını taşırdı. Erkek nesil erken boşalmaya ilk kez bu koşullar altında alışmak zorunda kalıyordu belki de.

Şimdilik bir adım yok, ileride Duyargaçber olacağım. Bu kabilenin sekiz gencinden biriyim. Beni doğuran dişiyi hatırlıyorum. En son bana avdan getirdiği etten vermişti. Sonra bir gün yine ava gitti ve bir daha dönmedi. Bunlar normal şeylerdi. Kabilemizden birileri avdan ya da başka kabileyle yapılan savaştan dönmezdi ve onların yokluğu hiç fark edilmezdi. Annem olması gereken dişi de öyle yaptı. Gitti ve bir daha dönmedi. Kabilemin diğer üyeleri bana yiyecek vermeye devam ettiler. Öksüz kaldığım ya da komşuluk duygularıyla değil, acıdıkları için de değil. Çünkü bir süre sonra ben de ava gidip yiyecek getirmeye, savaşmaya başlayacak, kabileme güç katacaktım. Sadece beslenmek yetmiyor, gençliğim çiftleşme isteği de yüklemişti vücuduma. Benden büyük erkeklerden öğrendim, böyle durumlarda dere kenarına gidip, gelecek dişileri bekliyorlar. Dişiler dereye eğilir eğilmez üstlerine çıkıp, cinsel organlarını dişinin içine sokuyorlar. Sonra da rahatlıyorlar. Ben de öyle yapıyorum artık, eğer o anda benden daha güçlü bir erkek yoksa. Çünkü öncelik hep güçlünündü. O dişilerin bir süre sonra karınları şişiyordu. Önceleri bilmiyordum, sonradan bir dişiden öğrendim, bizimle çiftleşince oluyormuş bu. Bir süre sonra da yeni insan yavruları doğuruyorlar. İlk öğrendiğimde çok komik gelmişti bana.

Ava veya savaşa gitmediğim günler ormana giderdim. Orada şempanzeleri, kuşları izler, çıkardıkları sesleri dinlerdim. Ormandaki farklı otların tadına bakardım. Siyah yılan kökü, hayıt ağacı bitkilerini keşfettim. Yaşlılarımız onlardan ilaçlar yapıyor, yaralarımız olduğu zaman acılarımızı dindirip, sakinleştiriyordu bizi. Benim ormana gidip yalnız başıma gezmelerim, kabilenin diğer üyelerinin hoşuna gitmiyordu. Onlara göre ben değişik biriymişim. Şimdilerde olsa bana deli derlerdi.

Bir gün yine ormanda dolaşırken, daha önce görmediğim bir ot gördüm. Koyu yeşil, kenarları kırık ve ince uzun yaprakları olan bir ot. Küçük, büyük her dalında beş ya da yedi yaprak bulunuyordu. Kokusu da farklıydı. Bir yaprak kopardım ve tadına baktım. Güzel kokulu, biraz acıydı ama zehirli değildi. Topladım götürdüm, yaşlılar da baktı bir şey anlamadılar. Ben de kayanın üzerindeki çukurda ezdim ve üstüne biraz dereden su getirdim. Ertesi gün tadı biraz daha değişmişti. Sonra unuttum bu otu kayanın içinde. Bir süre sonra gördüğümde iyice kurumuş olarak gördüm. Burnuma yakın olmamasına rağmen keskin bir koku geliyordu. Yakından kokladığımda kokusunu çok beğendim, sürekli burnuma çektim. Sonrasını hatırlamıyorum. Şimdilerde olsa kafayı bulmuş derlerdi.

Kabilemdekiler beni dere kenarında bulmuşlar. Önce öldüğümü sanmışlar. Kan aramışlar vücudumda, bulamamışlar. Hareket ettiğimi fark etmişler ve mağaraların önüne getirip bırakmışlar. Uyandığımda kafam çok ağırlaşmış ve ağrıyordu. Bu başka bir ağrıydı, içi ağrıyordu kafamın. Neden böyle olduğumu düşündüğümde en son yaptığım şey aklıma geldi. Ormandan topladığım ottan yemiştim. O anı hatırladım ve ilk kez gülümsedim. Bir dünya kafayla gülmeyi öğrendim. O durumda kayanın dibinde yatarken, dişi olan bir yaşlımız, hindistan cevizi kabuğu içinde su getirdi. Suyu içince çok rahatladım. Suyu getiren yaşlıya minnetle baktım. O hasta bir savaşçıya su getirmişti sadece, bunlar zaten oluyordu. Ama benim bakışım bir teşekkürdü. Teşekkür etmeyi öğrenmiştim.

Sonraki günlerde dere kenarındaki taşın çukurundaki otlardan yine yedim. Ama daha az. Beni hafifletiyor, av yorgunluğumu unutuyordum. Daha önce hiç düşünmediğim şeyleri de düşünüyordum, lakin bunun yediğim ottan olduğunu düşünmüyordum. Böyle bir günde oyulmuş ağaç kütüğüyle dereden su taşıyan kabilemizden bir dişi gördüm. İlk kez işini yaparken birisinin zorlandığını fark ediyordum. Gittim ona yardım ettim. Su dolu kütüğü mağaralara kadar taşıdım. O, alışılmadık bu durum karşısında çok şaşırdı ve gülümsedi. Teşekkür etmesini o da öğreniyordu. Ben ise ihtiyacı olana yardım etmeyi öğrenmiştim.

Ormana tekrar gittim ve o koyu yeşil yapraklı otları dibinden kopartarak getirdim. Sapları çok kuvvetliydi. Barınak yaparken kullanılabilirdi. Yapraklarını ise daha yakından inceledim. Yaprakları ortasında küçük parçalar vardı. Bu defa yaprakları ayrı, içindeki küçük parçaları ayrı ıslattım. İkisini de ayrı ayrı ve azar azar yedim. İçindeki küçük parçalar daha etkiliydi. Neredeyse her akşam av dönüşü yemeye başladım. Biraz yedikten sonra kendimi çok iyi hissediyor, barınağıma gidip uyuyordum. Akşamcı olmuştum.

Ne olduysa o gün oldu. Kendimde fark ettiğim en büyük değişiklikti: Yine bir akşam avdan dönmüşüz, soluğu derede almışım, otu çekmişim, kafam iyi. Tam o sırada dere kenarında genç bir dişi gördüm. Eğilmişti. Erkek beklediğini düşündüm, oysa su içiyormuş. Kafam iyi olunca, dişiyi de eğilmiş görünce, acıkmış gibi çiftleşme isteği duydum. O halde dişinin yanına gittim. Dişi geldiğimi görünce niyetimi anladı. Sadece su içtiği için beni içine almak istemedi ve tam itmek üzereyken, onun sadece saçına dokundum. Şaşırdı ve bekledi. Sonra saçının her yerinde elimi gezdirdim, yüzüne dokundum, kollarına dokundum. Hiç bilinmeyen bu hareketlerim karşısında dişi de sakinleşti. Benim hareketlerimi izliyordu. Onu böyle görünce ona daha çok yaklaştım. Vücutlarımızın çiftleşirken birbirine dokunmayan yerleri birleşti. Kollarımı beline doladım ve o anda insanlık tarihinde ilk kez bir şey oldu; onu öptüm. Sevgiyi de bulmuştum, sevişmek ve aşk yakındaydı.

Arkasına dolanıp ihtiyacımı görmek istedim. O isteksizdi geri kaçtı. Zorlamadım, ben de geri durdum. O da gitti barınağına, ben de. Ertesi gün ava giderken karşılaştığımızda, bana her zamankinden daha farklı baktı, ben de ona baktım. Adı Avha olacaktı.

Birkaç gün sonraydı. O gün bize gergedan sürüsü saldırmıştı. Kayıp vermemiştik ama, yaralarımız vardı. Yaşlılarımız yaptıkları ilaçları yaralılara veriyorlardı. Benim yaram küçüktü, ilaç almadan dere kenarına gittim. Ağrımı azaltması için taş çukurundaki otumdan yedim. Az sonra yanıma Avha da geldi, onun da yarası kolundaydı ve küçüktü. Ona da verdim, ilaç zannederek yarasına sürmek istedi. Elini tuttum ve ağzına götürdüm. Diğer elimdeki ottan ben yiyince, o da yiyecek olduğunu düşündü ve yedi. Avha ne olduğunu bilmediği ve daha önce denemediği için biraz fazla yemek istedi, elini tuttum. Kafam iyiydi, iyi kafayla ona bu kadar yakın olup, elini de tutunca, bir garip olmayı öğrendim. Onun da kafası iyiydi. Çiftleşme isteği olan hareketler yaptı. Yandaki büyük kayanın yanına geçtik. Avha hemen yüzükoyun yatıp kalçasını yukarı dikti. Ben önce onu arkadan kucakladım, göğüslerini tuttum, kafamı saçlarına gömdüm. Bu hareketlerim karşısında Avha’da gevşedi önce kalçasını indirdi, sonra sırt üstü yattı. Ben onu tekrar kucakladım, artık her yerine dokunuyordum. Ben dokundukça Avha titrer gibi hareketler ve sesler çıkartamaya başladı. Çıkardığı sesler dikkatimi ağzına yöneltti ve onu ağzından öptüm. Öpüşmeyi de keşfetmiştik. O akşam son keşfimiz çiftleşme duruşumuzdu. İlk kez dişi altta sırt üstü yatıyor ve erkek onun bacakları arasına giriyordu. İkimiz de kendimizden geçmiş ve garip sesler çıkartmış olmalıyız ki, kendimize geldiğimizde yaralı kabile mızraklarıyla başımıza toplanmıştı. Bize gergedanların saldırdığını düşünmüşler. Gergedan olmadığını görünce bizi biraz izledikten sonra ayırmayı başardılar. Onlar da o akşam çok şey öğrenmişti.

Ertesi gün ava gitmek için toplanmaya başladık. Tüm kabile Avha ve bana garip bakıyordu. Önce ben gelmiştim, sonra Avha. Onu görünce hemen yanına gittim ama öpmedim. Günaydın öpücüğü için henüz çok erkendi. O da artık değişiyordu ve gülüyordu. Biz artık çift olmuştuk. Dünyanın ilk çiftiydik. Beraber avlanıyoruz, beraber savaşıyoruz, beraber besleniyoruz, beraber yatıyoruz ve birbirimizi öncelikle koruyoruz. Kabile üyeleri bu işten hoşlanmasa da, iki gencin gücü kaybedilecek bir güç değildi. Sessiz kalarak, görmezlikten gelmeyi öğreniyorlardı. Avha’nın ise karnı büyüyordu.


Avha bir erkek doğurunca, yediğimiz otların kalın saplarından ve çitlerden kendimize daha güvenli olacak bir barınak yaptık. Üstünü de okaliptüs ağaçlarının yapraklarıyla kapattık. Üçümüz orada kalıyorduk. Avdan aldığımız yiyecek payımızı orada yiyorduk. Kabilemiz ateşi yakmayı da öğrenmişti, kendi ateşimizi de yakıyorduk. Böylelikle tarihin ilk ailesi olduk. Avha da, ben de çiftleşme ihtiyacımızı beraber gideriyorduk. Artık dere kenarında beklemiyor, diğer erkek ve dişilerle çiftleşmiyorduk. Her ne kadar tek eşli gibi olsak da, barınağımızın yanına kadar gelip benimle çiftleşmek isteyen birkaç dişiyle çiftleştim. Bu durumu Avha önceleri normal karşılasa da, sonraları çiftleşme sonrası bana tavırlarının değiştiğini anladım. Ben aldattığımın farkında değildim, ama Avha kıskanmayı keşfetmişti. Benim kıskanmayı keşfetmem için başka bir olay olacaktı.

Bir gün ava gitmemiştik. Dere kenarına doğru gidiyordum. Çocuk ise barınakta yatıyordu. Avha dere kenarına önceden gitmişti. Oraya yaklaştığımda Avha’nın çiftleşme isteği duruşunda eğildiğini ve kabilemizin güçlü erkeklerinden birisinin de ona doğru yaklaştığını gördüm. Erkek önündeki postu kenara çekerek Avha’ya doğru yaklaşıyordu. O anda kendimi kaybettim ve tüm gücümle bağırarak, erkeğe doğru hücum edip onu yere yıktım. İlk kez böyle bir şey oluyordu, erkek neye uğradığını şaşırarak yerden kalkmaya çalıştı. Avha’ya doğru baktım, gülüyordu. Avha benim dereye doğru geldiğimi görmüş ve bana kıskançlığı öğretiyordu.

Avha’yla çocukla ilgileniyor, ava gidiyor, savaşıyor, besleniyor, dinlenmek için de otumuzu yiyorduk. Çocuk daha yürümeye başlamıştı ki, Avha’nın karnı yeniden büyümeye başladı. Doğum kontrolünü bilmiyor ve deli gibi çiftleşiyorduk. Kabilenin bilge yaşlısı bizdeki değişikliği anlamaya çalışıyordu. Bu değişikliklerin yediğimiz ottan olduğunu biz de bilmiyorduk. O nedenle bildiğimiz birkaç kelimeyle bir şey anlatamıyorduk yaşlı bilgeye.

Yıllar gelip geçiyordu. Avha beş çocuk yapmıştı, üçü erkek, ikisi dişi. Artık eskisi kadar güçlü değildik, eskisi kadar çiftleşmiyorduk. İlk çocuk Zoha artık genç olmuş ava ve savaşa gidiyordu. Zoha bizden öğrendiği bazı şeyleri yapıyordu ama, bizden çok diğer kabile üyelerine benziyordu. Avha artık ava, savaşa gitmiyordu. Bir gün avdan geldikten sonra rahatlaması için Zoha’ya da otumuzdan yedirdim. Zoha’da bize benzemeye başladı. Zoha ise benim ilk yediğim zamanlardaki gibi oldu. O da çiftleşti, sonra aynı kişiyle beraber yaşamaya başladı. İşte o zaman anladık ki, sihir yediğimiz ottaymış. Bunu diğer kabile üyelerine gösterdik, çoğu otu denemedi. Deneyenler de sihirli ot dediğimiz için çok az yedi. Yiyenlerde etkisini az da olsa gösterdi. O otun adına biz kendir dedik, bizden öğrenen bazı kabileler ise kenevir dedi. Başka yerlerde ise marihuana diyorlarmış.

Tarih bana onun için Duyargaçber dedi, yani duygu peygamberi. Her geçen zamanda yeni şeyler öğreniyorduk artık. Sahip olmayı, üzülmeyi, acı çekmeyi, nefret etmeyi, kin tutmayı, aşk acısını. Duyguları keşfetmiştik artık, önünü alamıyorduk. O kadar yaşlandık, o kadar yaşlandık ki, belki yüz binlerce yaşa geldik. Duygularımız bize ciddi yük olmaya başladılar. Şimdi de onlardan nasıl kurtulacağımızı, nasıl daha iyi insan olabileceğimizi ve bunun için varsa, yememiz gereken otu arıyoruz.

2016

 

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.