Ankara’dan İstanbul’a dönerken Bolu Dağı’nda verdiğimiz mola ve otobüsümüz tekrar yola çıkıncaya kadar her şey normaldi. Sanırım 19:00 otobüsüydü ve mola yerinden ayrıldığımızda saat 22:30 sularındaydı. Hafta sonu iki gün süren bir toplantıyı tamamlamış, İstanbul’a doğru keyifli bir yolculuğun tadını çıkarıyorduk dört arkadaş. Toplantıyla ilgili kritikler yapıp, başka illerden gelen arkadaşlardan duyduğumuz dedikoduları paylaşıp gülüşüyorduk.
Ne zamana kadar? Arkadaşlarımızdan, Selim’in birden kızarıp bozarmaya, terler dökmeye başladığını hissettiğimiz ana kadar. Önce telaşlandık, henüz çok genç ama, kalp krizi artık yaş falan tanımıyordu. Yakaladığı yerde, erken kızarmış elmalar gibi düşürüyordu aman vermeden. Fakat birazdan Selim’in durumunun biraz farklı olduğunu anladık. Biz Selim’le ön koltukta, diğer iki arkadaşımız da hemen arka koltukta birbirimize doğru eğilerek konuşuyorduk. İşte bu koşullarda Selim’in durumuyla ilgili anlattığı aynen şunlardı. Arada belki, iki virgül, üç ünlem, bir kaç nokta atlamış olabilirim. Çünkü duyduklarımızdan sonra herkesin bize dönüp bakacağı kadar bir kahkaha patlattık. Okumaya devam et Bakır çalığında kuru fasulye
15 Ekim’de Muğla Dost Grubu’yla Bafa Gölü yürüyüş parkurlarından Kral Yolu’nu yürüdük. Antik bir yerleşim merkezi olan Kapıkırı’na kadar araçla gittikten sonra, yaklaşık 4,5 km.yürüyerek Heraklia kenti kalıntılarına geldik. Burada verdiğimiz moladan sonra aynı yoldan tekrar Kapıkırı Köyü’ne geldik.
Şu anda Ege Denizine 17 km. olan Bafa Gölü, eskiden Ege Denizi’ne bağlı bir körfez ve Antik adı Latmos’dur. Yüzyıllar içinde Menderes Deltası’nın getirdiği alüvyonlar denizle bağlantıyı kesmiş ve göle dönüşmüş. Bu nedenle gölün suyu halen tuzlu. Deniz seviyesinden sadece 8 metre yüksek olan gölün en derin noktası ise 25 metre. Gölü çevreleyen ve şimdi Beşparmak Dağları olarak bildiğimiz dağlar da eski adıylaLatmos Dağları. 8000 yıllık tarihi olan bölgede, M.Ö. 1000 yıllarında Karia’lılar kurduğu Heraklia kenti daha sonra Bizans’lıların egemenliğine geçer. Yıkık şekilde de olsa antik yerleşim merkezleri, kaleler, manastırlar, tapınaklar, kaya mezarları ve bir tiyatroyu görmek mümkün.
Muğla Dost Grup yöneticisi Gökhan Çağlav’ın bölge hakkındaki bilgilendirmesinden sonra yürüyüşe başladık. Antik kentin tamamını bir günde görmek mümkün olmadığı için ancak bir kısmını görebildik. Kapıkırı Köyü halen eski yerinde tarihle iç içe geçmiş durumda. Yürüyüş yolu üzerindeki iki bin yıllık kuyu kullanılmaya devam ediyor. Yürüyüşün sonunda ulaştığımız kalede bakımsızlığına rağmen tarihi kalıntılar hâlâ ayakta. Keza karşısındaki ada da öyle. Bölgede görülmesi gereken şeyler sadece tarihi kalıntılar değil. Metrelerce yükseklikte ve farklı şekillerdeki kayalar, bazı kayaların içinde yetişmiş bitkiler enfes bir görsellik sunuyor, hatta insanı başka bir gezegende hissettiriyor. Kral Yolu dev kayaların, bazen içinden, bazen arasından devam ediyor. Göl kenarındaki mor görünen sahillere, yakından bakınca kumsal alanın parçalanmış istiridye kabuklarıyla dolu olduğunu gördük.Yüzlerce yıldır bekleyerek kendiliğinden fırınlanmış ağaç kökleri bulmak mümkün. Yakın zamana kadar 250’yakın çeşitliliğiyle dünyanın en önemli kuş cennetlerinden olan Bafa Gölü, bakımsızlığından dolayı maalesef bu özelliğini kaybetmeye başlamış. Buna rağmen göl üzerinde uçan onlarca farklı kuş görmek mümkün. Hatta bir flamingonun su üzerindeki geçişine şahit olduk, fotoğrafını çekemesek de.
Az ve öz fotoğraf paylaşmayı düşünüyordum ama, bir çok fotoğrafa kıyamadığım için sayı yükseldi. Fotoğrafları aşağıdaki galeriden, tıklayıp büyüterek de görebilirsiniz.
Bölgeyi yakından görmemize vesile olan Muğla Dost Grubu’na teşekkürler.
Oldukça eski bir zamandı. Henüz teknoloji yoktu, elektrik, telefon yoktu, mektup, kitap, kitabe yoktu, devletler, ülkeler yoktu, dinler, ideolojiler yoktu, para, altın yoktu, duygular yoktu, akrabalık, aile yoktu, dünyada yedi kıta olsa bile, bizim bilgimiz yoktu. Denizde yüzen, havada uçan, karada dolaşan bir takım hayvan canlısı ve onlara dahil biraz insan vardık o zamanlarda. Ve o insanların kullandığı taştan, deriden, bitkiden ve ağaçtan birkaç alet vardı. Ateşi de yeni bulmuştuk, yeniden yakamayabiliriz diye yaptığımız ateş kafeslerine koruyuculuk ediyordu biraz güçsüzlerimiz.Genç olanlarımız ise ya avdaydık ya da orangutanlara, sırtlanlaraveya başka kabilelere karşı savaştaydık. Irmağa yakın bir vadide, sırtımızı verdiğimiz bir mağarada ve önünde ağaçlardan yaptığımız barınaklarda yaşıyorduk. Bizim kabilemizde on dört insan vardı. Sayı yoktu ama, var olan bilincimizle bunu anlayabiliyorduk. Başka yerlerde de bizim gibi topluluklar vardı. Bazılarının ateşi henüz yoktu, bazıları ateşleri sönse bile istedikleri zaman tekrar yakıyordu, bazıları farklı savaş ve ev aletleri de yapmışlardı. Aramızda yaptığımız her savaşta yeni bir şey öğreniyorduk birbirimizden.Kabilemizde, üçü yaşlı, sekizi genç, üçü çocuk olmak üzere, sekizi erkek, altısı dişi on dört ilkel insan yaşıyorduk. Okumaya devam et Duyargaçber ve Avha
Çok eski zamanlarda denizin ve ovanın hemen yanından başlayıp, aniden dikleşen bir dağ varmış. Bu dağ görünüşte diğer dağlar gibiymiş ama aslında hepsinden farklıymış. Bu farkı hiç kimse bilmiyormuş. Dağın içinde hiç toprak yokmuş, sadece kayalar varmış. Kayaların arasındaki boşluklarda ise buz gibi sular dolaşıyormuş. Kayaların arasında dolaşan buz gibi sular yüzyıllar boyunca dolaştıktan ve yerin altındaki tüm boşlukları doldurduktan sonra artık gidecek yer bulamayınca yeryüzüne çıkmaya başlamış. Buz gibi sular, dağın dibindeki ovaya ve denize önce küçük sızıntılar halinde akmış, sonra akarsuya dönüşmüş.
İçi su dolu bu dağın ve buz gibi sularda yaşayanların bir de hikayesi varmış. Dağın içindeki suların nerelerde dolaştığını, neler yaptığını, hangi kayaların arasından geçtiğini ve daha başka her şeyi bilen bir sular kraliçesi varmış. Okumaya devam et Sular Kraliçesi Azmak