Bilindiği üzere gündemle ve siyasi gelişmelerle ilgili sık sık yorum yapmıyorum. Bunlar üzerinde düşünmek ve çözüm aramak çaresizliği beraberinde getiriyor. Gerçeklerden uzak afaki çözüm önerileri ve yorumlar ise bana heyecan vermediği gibi itici de geliyor. Bu nedenlerle sadece çok önemli gelişmeler hakkında düşündüklerimi Facebook’dan paylaşıyordum. Bu defa da bloğu değerlendirmek istedim.
Bu hafta iki önemli gelişme var. Birincisi CHP’nin 25 gün süren Adalet Yürüyüşü, Maltepe’de yapılan bir mitingle sonlandı. İkincisi ise, Geçen yıl gerçekleşen darbe girişiminin yıl dönümü. Bu iki gelişmenin içine 16 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı sistem değişikliği için yapılan referandum ve sonrası gelişmeleri de ekleyerek genel bir bakış sunmak istiyorum.
Bu üç olay ve eylem son bir yılın en önemli kırılma noktaları bana göre. Bunlardan ilki 15 Temmuz darbe girişimi hakkında geçen yıl 17 ve 31 Temmuz’da Facebook’da iki yorum yapmıştım. Özellikle 17 Temmuz’da sol içinde bile önemli bir kesimin “Fethullahçı Darbe” diyerek iktidara tam güven duyduğu günlerde, ikna olamadığım için yaptığım yoruma bugün de aynen katılıyorum.
(17 Temmuz 2016, Facebook)
“Tehlikeli yorumlar…
15 Temmuz akşamı başlayıp, 16 Temmuz sabah saatlerine kadar yaşananlardan sonra yorum yapmak, ‘doğru’ları, ‘yanlış’ları belirlemek neredeyse imkansız. İmkansız olduğu gibi, merak etmeye, araştırmaya, okumaya başladığınız andan itibaren bir anafora kapılıp, bir kaç saat içinde kendinizi bir ‘taraf’ta bulabiliyorsunuz. Tek tek baktığınızda, birçok gelişmeye doğru ya da yanlış diyebiliyorsunuz. Bir anda, hiç istemediğiniz halde, kirli sistemin bir dişlisi olabiliyorsunuz. Sonucunda, Tayyipçi olmak mümkün, darbeci olmak mümkün, Amerikancı olmak mümkün, ırkçı ya da vatan haini, vatansever ya da halk düşmanı olmak mümkün. Velhasıl her türlü oyuna gelmek mümkün.
Kendi adıma mümkün olmayan tek şey, kendi doğrularımın eyleme geçmesinin hiç bir şansının olmaması. İç ve dış aktörlerin tamamı benden çok uzak, çok yabancı. Buna rağmen onların kendi çıkarlarına uygun düşen bazı ‘doğru’larını neden savunayım? Zaten sonuca bakılması bile yeter; ‘Mehdilerinin’ emrinde olanlar, diktatöre karşı darbe yapmaya kalkışmış, halka silah sıkmış, diktatörün taraftarları da, onlardan yakaladıklarının boğazını kesmiş, linç etmeye çalışmış. Birisi darbe yaparak iktidarı ele geçirmeye çalışmış, diğer darbeyi bahane ederek iktidarını darbelerle pekiştirmiş vs… Hele bir de uluslararası ve bölgesel etkileri vardır ki, bu yaşananlar yanında önemsiz kalır.
O nedenle ister istemez yaşadığımız yerde, bizleri ilgilendirmesi gereken çok önemli olaylar gibi görünse de müdahale etmemiz söz konusu değilse, gerisi laftan öte bir şey değil. Hatta bazen sizi istemediğiniz bir aktörle yan yana düşüren ‘tehlikeli yorumlar’dır. ‘Peki ne öneriyorsun?’ diyenlere de, ‘bir insan olarak vicdanınıza, aklınıza mukayyet olun’ demekten başka bir şey önermiyorum. Bir de öğrenmeye çalışmaktan vazgeçmemek. Umarım bu bilgiler, bu ayrıntılar, bir gün işe yarayacaktır.”
Aradan henüz iki hafta geçtikten sonra yaptığım yorum da aynı minvalde. Tek önemli fark, OHAL uygulamalarının başlamasıyla olabilecek tehlikelere de işaret etmişim. Buradaki düşüncelerime ve tespitlerime de aynen katılıyorum.
(31 Temmuz 2016, Facebook)
“CIA destekli darbe girişimi, ABD karşıtı hükümet (sözde) tarafından püskürtülür. Bu esnada birçok insan hayatını kaybeder. Sonra aynı hükümet aldığı pasla (Allah’ın lütfu), devletin yapısını Pentagon’un beklentilerine uygun şekilde hızla değiştirmeye başlar. Hikayenin sonunda her halükarda ABD kazanır.
Son on beş günde yaşananların en kötü yanı bu. Bunun dışında, OHAL kapsamında yaşın yanında kurunun yanması, hükümetin her istediğini yapabilecek bir zemin yaratması gibi pek çok antidemokratik olaylar da var.
Yaşananların iyi yanı ise; Fethullah Gülen’in en azından tarafsız insanlar nazarında prestijinin kalmaması, gerçek amacının teşhir olması, hala düşünebilen aklıselim yandaşlarının uzaklaşması, buna paralel olarak, ilerici, aydın, demokrat gibi görünen bazı insanların öngörüden yoksun olduğunun ortaya çıkması.
Bir iyi tarafı da, bizim küçük kendi mahallemizin, kendi kendimizi sorgulamaya başlaması; çıkar gütmeyen, barıştan yana olan, insani değerlere önem veren mahallemizde, bunların yeterli olmadığı ortaya çıktı. Dünya dengelerinin, bağımsız kalabilmenin, bizden farklı olanlarla ‘tu, kaka’ demeden barışmanın ve onları kazanmanın yollarını arayacağız. Muhalefet, sadece Fethullah Gülen, Tayyip Erdoğan düşmanlığıyla olmuyor. Halkı örgütlemek için onlardan daha başarılı olmak için kafa patlatmak, tüm ezberlerimizi sorgulamak zorundayız.
Aksi halde, ‘yaa bu halk ne biçim halk yeaaa’, ‘demokrasi, barış gelsin de nereden gelirse gelsin’, ‘ne yapalım, her şeyi yaptık gücümüz bu kadar işte’, gibi şeyler mızmızlanarak, sömürücü devletlerin, Fethullahların, Tayyiplerin dünyasında bize atılacak artıklarla yaşamaya mahkum olacağız. Onların oyunlarının piyonu olarak ‘hain’ ya da ‘şehit’ olacağız.
Evet, birey olarak başlanacak eylem şu olabilir; diğer mahallenin insanlarını düşman olarak görmemek, onları tanımaya çalışmak, onlara görmek istemedikleri gerçekleri anlatmaya çalışmak, siyasilerin piyonu olmayı değil, insan olmanın erdemini anlatmak. Onları küçümsemeden, korkmadan, korkutmadan onların dünyasına girmek. Yani, devlet kuruluşlarına sızarak değil, farklı insanların içinde alnımızın akıyla yaşayarak.”
Bu dönemde yaşanan tüm hukuk dışı gelişmeler, adaletsizlikler darbe korkusuyla oluşturulan atmosfer içine yerleştirilmiştir. Nuriye Akman ve Semih Özakça başta olmak üzere, akademisyenlere yapılan anti demokratik uygulamalar, HDP milletvekillerinin haklarının elinden alınarak cezaevlerine tıkılmaları, toplumsal ve siyasi tüm olaylarda yargının, siyasetin emrine girmesi, her türlü baskının “Fetöcü”, “PKK’lı” etiketiyle meşrulaştırılmaya çalışılması, gazetecilerin yine aynı gerekçelerle tutuklanmaları, hepsi de 15 Temmuz’da yükseltilen çıtanın altına yerleştirildi. 15 Temmuz’un siyasi ve polisiye yanıyla ilgi söylenecek elbette çok şey olabilir. Ama bu benim işim değil. Gazeteciler, araştırmacılar, uzmanlar ve siyasiler bunu fazlasıyla yapıyor. Esasen olayın bu tarafının bana göre artık pek bir önemi de kalmadı. Çünkü 15 Temmuz’da kontrollü bir darbe olduğu her geçen daha iyi anlaşılıyor. Yani klasik darbeciler kullanılarak, iktidarın sisteme yapacağı darbenin zemini hazırlandı. Başka bir deyişle; gerçek darbe yasallaştırılarak, her türlü meşru muhalefeti “yasadışı” göstermenin yolu açıldı.
Sıra artık bunu OHAL’lerle değil bizzat sistemle yapmaya gelmişti. O da Cumhurbaşkanı’na verilecek yetkilerle olacaktı. Yani geçici yasalarla bir yere kadar yapılacak baskılar, devletin sistemiyle koşulsuz yasal koruma altına alınmalıydı. İşte bu amaçla, MHP’nin koltuk değnekliğiyle alelacele referandum kararı alındı ve Türkiye tüm gücüyle iki seçenek üzerinde kamplaştırıldı. İktidarı destekleyenler “Evetçi”, yeni sisteme karşı gelenler “Hayırcı” ilan edildi. Sanki bu basit bir düşünce ve eylem farklılığı, sistem değişikliğindeki yeni bir uygulama gibi bir algı oluşturuldu. Oysa bu referandum Türkiye’nin geleceğiydi. Sonucundaki farkın azlığı, bileşenlerin geniş bir yelpazeyi oluşturmasının eksi 1’le bile kaybedilse hiçbir kıymeti yoktu bana göre. Çünkü anahtar elden gittikten sonra, bunlar kuru teselliden başka bir şey olmayacaktı. İşte bu düşüncelerle referandum sonuçlarına biraz fazla tepki verdim. Ve son derece olumsuz karşıladım. Aşağıda yer alan o yazılardaki kaygılarıma da halen taşıyorum.
(16 Nisan 2017, Facebook)
“İtirazlara rağmen şimdiki sonuçlara göre ‘evet’ kazandı, ‘hayır’ kaybetti. Bu siyasi bir seçim değildi. Bu herhangi bir siyasetin, ideolojinin, inancın seçimi değildi. Bu referandumda en temel aidiyetimiz olan insanlıktan yana olmak, vicdanlı olmak oylandı. Ve kaybettik. Hiç kimse çıkıp, ‘ama büyük şehirleri hayır kazandı’, ‘ama fark çok az’, ‘ama onlar da beklediği oyu alamadı’, ama şöyle, böyle deyip teselli aramasın bence. Ararsanız kendinizi sevindirecek çok şey bulabilirsiniz. Sonuca göre geleceğimizin anahtarını alacaklar. Gerisi boş. Türkiye’de vicdan, akıl kaybetti. Bundan sonra beğenmediğimiz geçmişi bile arayacağız.
Bana göre iki temel unsur var bu yenilgide. Birincisi HDP’nin Güneydoğu’daki seçmeninin, seçime katılma oranlarının son seçimlere göre düşük olması. İkincisi de, bu referandumu ısrarla siyasi alana hapsedip, ‘hayır’ oyu vermenin sanki CHP’ye destek verecekmiş gibi bir anlayışa sahip olan, küçük de olsa ‘elit’ bir kesim. YSK aahtekarlıklarını da eklemekte fayda var. Fark çok az olduğu için, önemsiz gibi görünen bu nedenler oldukça önemli oldu bence. Telafisi yok. Sadece önümüzdeki dönemin ağır geçecek görünüyor.”
(17 Nisan 2017, Facebook)
“Hamaset ve sakat tespitler üzerine de son bir şeyler söyleyip, kendi adıma bu gündemi şimdilik kapatıyorum.
Referandum sonucu değerlendirmeleri havada uçuşuyor. Evet diyenlerde, hayır diyenlerde ‘tutmayın küçük enişteyi’ modunda. Oylanan şeyin içeriği, bunun yüzde 51’le kabul edilmiş olması, ‘evet’ deme nedenleri gibi öze yönelik tartışmalar şimdilik genelde pek önem taşımıyor gibi.
Şimdi tartışılan şeylerin özeti şu:
‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’; yani, anahtarınızı aldım, artık yapacak bir şeyiniz yok. İstediğim her şeyi ‘hukukuna’ uyduracak süper bir gücüm var artı.
‘Savaşa hazır olun’ diyor Cem Küçük; Hayır oylarının yüksek olması onu çok rahatsız etmiş. Yani diyor ki, kazandık ama, istediğimizi almak o kadar kolay olmayacak. Bunun için gerekirse savaşacağız.
Akit gazetesi haber müdürü twitter hesabında bir ölüm ilanı yayınlayarak; ‘eski Türkiye’nin öldüğünü’ duyuruyor. Eski Türkiye dediği yüzde 49 oy vermiş kesim.
Onlar için seçim sonucu özetle bu.
‘Hayır’ diyenler de kendi hamasetini yapıyor.
‘Yüzde 49 büyük başarıdır.’
‘Artık gözlerini korkutacak bir güce sahibiz.’
Oy verdikleri bölgelerdeki veya kendi memleketlerindeki başarıyla övünmek.
‘Fiili olarak seni başkan yaptırmayacağız’ gibi tespitler havalarda uçuşuyor. En çok şuna dikkat ettim; ‘hayır’cılar içinde bu sözleri söyleyen hiç kimse o yüzde 49’un içinde Saadet Partisi, MHP’nin ciddi bir kısmı, hatta BBP’nin bir kısmı, daha da ötesi AKP’liler olduğundan hiç bahsetmiyor. Sanki sadece sol muhalif bir blok olmuş ve yüzde 49 almış gibi bir hava yayıyorlar.
Bunların hiç birisi gerçekçi olmadığı için ben karamsar ve ümitsizim. Çünkü karşılıklı kılıçlar bilenmeye başlamış. Bu beni korkutuyor. Farz edelim savaş kaçınılmaz. Ama güç dengelerini bile doğru hesaplayamıyorlar. Bu referandum, halkın en geniş kesimlerini bir araya getirecek tek fırsattı. Geldi de; ama yetmedi ve bu fırsat kaçtı. Fiili mücadelede, bu farklı kesimleri bir araya getirmek mümkün olmayacak. Çünkü iktidar eninde sonunda imkanlarını seferber ederek ve din faktörünü kullanarak, onları da yanına çekecek diye düşünüyorum.
Bana göre olayın sosyolojik özeti şu: Yüzde 49, ‘ben eski düzenimden iyi kötü memnunum, bozulmasını istemiyorum. Geleceğimden kaygı duymak istemiyorum -bunun kapsamı çok geniş-‘ dedi. Yüzde 51’de ‘Yeni yeni kendi düzenimi kurdum, söz hakkım oldu, bunu kaybetmek istemiyorum. Hatta perçinlemek istiyorum. Geleceğin benim için bir önemi yok’. dedi.
Ben de son sözlerim olarak bunları not düşüp, artık tartışmak istemiyorum. Yeniden kabuğa çekilme zamanı.”
Hayır oylarının yüzde 49 olması bana göre neden başarı değildi? Çünkü referandumdaki “Hayır” cephesi, iktidar karşısında olabilecek bileşimin en üst noktasıydı. Referandum sonuçları, Türkiye de 15 Temmuz çıtasının da çok üstüne çıkardı. Artık iktidar kazanmış olmanın gücüyle daha fütursuzlaşmış ve ana muhalefet partisini bile tanımaz oldu. Daha da kötüsü, aradan daha üç ay bile geçmeden “Evet” cephesi gücünü korurken, “Hayır” cephesi dökülmeye başladı. “Hayır” cephesinin CHP önderliğindeki Adalet Yürüyüşü referandum bileşenlerini yeniden bir araya getiremedi. Adalet Yürüyüşü’nün çıkış noktası her ne kadar CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasıyla başladıysa da, Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yürüyüş boyunca ve mitingte yapılan açıklamalar, yürüyüşçülere yapılan sözlü ve fiili saldırılar karşısındaki olgun tavrı, toplumun tüm kesimlerini kucaklamasına rağmen, destekçileri sadece Atatürkçüler ve bir kısım sol parti-örgütlerle sınırlı kaldı. HDP’nin ikircikli desteği, CHP’nin ikircikli ev sahipliği bazı çevrelerde olumlu, bazı çevrelerde olumsuz olarak algılandı. Bunların doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmak tam bir zaman kaybı bana göre. Yani “hayır” cephesi parçalanmakla kalmadı, daha temel tartışma ve kamplaşmaları da beraberinde getirdi. Çünkü bu cephede taşlar yerinden oynamaya başlamıştı.
Buna rağmen Adalet Yürüyüşü, muhalif cephenin son yıllarda en yükseğe astığı çıta oldu. Mitinge katılım sayısı da önemli tabii. Ama bana göre ondan da önemli olan, dile getirilen talepler Türkiye’de yaşayan herkesi ilgilendiriyordu. Özellikle “Herkes için adalet” vurgusu düşünebilen herkesi kucaklayabildi. Karşıtını dışlayan değil, ikna etmeye çalışarak vicdanlarına seslendi Kemal Kılıçdaroğlu. Bu eylemin en büyük getirisiydi. Çünkü önümüzdeki dönemde iktidarın kışkırtıcılığı daha da artacak. Onların derdi kendisinden olmayanları her türlü olanaklarını kullanarak köşeye sıkıştırmak. Sonunda bıçağın kemiğe dayandığı noktada iş sokağa döküldüğünde, muhaliflere karşı kullanacağı şiddeti meşru hale getirmek olacaktır. Adalet Yürüyüşü’nün içeriği iktidarın bu planlarını kısa vadede bozduğunu düşünüyorum. (Not: Daha bu yazıyı yazarken Cumhurbaşkanı’nın kışkırtıcı açıklamalarını okuyunca, vadenin oldukça kısa olacağını düşünmeye başladım.)
Bu tehlike bitmiş değil. Bu bölümde birçok insanın düşünüp de dillendirmekten çekindiği düşüncelerimi paylaşacağım; işin sokağa dökülmesi ve bir iç savaş kaçınılmaz olabilir. Buna engel olabilecek her türkü aklıselimlik muhalifler için en doğru adım olmalıdır. Çünkü iş o safhaya gelirse güçler dengesi ve güçlerin konumlanışı arasında ciddi farklılıklar var. Bir tarafta Tayyip Erdoğan’ın bekası olan, “buraya ölmeye ölmeye geldik” diyen, sonrasını düşünmeyen bir zihniyet olacak. Diğer tarafta ise, zaten insanca bir yaşam, hukuk, demokrasi isteyen güçler olacak. Yani vicdanıyla hareket edecek insanlar. İktidarın destekçisi olmakla, muhalif güçlerin destekçisi olmak arasındaki en büyük fark olası bir iç savaşın seyrini olumsuz yönde değiştirebilir. Bu nedenle her türlü provokasyona karşı tedbirli ve akıllı olmakta fayda var.
Bu senaryonun olma olasılığını güçlendiren diğer bir etken de, harici devletlerin de istediği bir senaryo olması. Bunu Yugoslavya, Irak, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde gördük. Bölmek istedikleri, iktidar değişikliği istedikleri ülkelerde muhaliflere her türlü yardım yapılarak, iktidara karşı savaşması istenebiliyor. Türkiye için de planları olduğunu söylemek artık komplo teorisi ya da paronoya olmaktan çıktı. Aynı desteği Türkiye’nin Suriyeli muhaliflere ulu orta yaptığı da bilinen bir şey. Bunu yaparlarken, hem muhalifleri, hem iktidarın hassasiyetlerini kullanacaklarını hep hesap etmek gerekir. İktidarı kışkırtmak için, muhalifleri destekliyor gibi görünmek isteyebilirler. Bu noktada muhaliflerin atacağı her adım, yapacakları her açıklama daha fazla titizlik isteyecektir. Kaldı ki, Adalet Yürüyüşü için, sadece iktidar değil, CHP içinden bile benzer çıkışlar oldu. İktidarın ne için yaptığı belli, ama aynı cephede olması gereken kişilerin ve örgütlerin yapması, Türkiye solunun hastalıklı yapısından kaynaklanıyor. Bu tür saldırılar hep olacaktır. İleriki aşamalarda bu tür ilişkilerin doğruluğu kanıtlanırsa veya açık bir destek kabul edilirse, kötü senaryonun kötüsünü de yaşayabiliriz.
Bu kötü senaryonun dışında, daha olumlu gelişmeler ise şöyle olabilir. Ülkedeki tüm kuvvetler içinde tartışmalar yaşanıyor. İnsanlar son yıllarda yaşanan olaylardan sonra, ideolojisini, partisini, örgütünü, dünyaya bakışını sorguluyor. Bu da mevcut kuvvetler içinde yeni bölünmeleri beraberinde getirecek diye düşünüyorum. Bunu en hızlı yapan MHP oldu. Ama AKP içinde de, CHP içinde de, HDP içinde de, diğer tüm örgütlenmeler içinde de kendi çapında çalkalanmalar yaşanıyor. Bu çalkalanmalar sonucunda parçalanmalar ve taşların yeniden oturma süreci olacaktır. Özellikle AKP içindeki bir parçalanma Tayyip Erdoğan’ın tüm hesaplarını alt üst edebilir. Parçalanmış bir AKP ve MHP, yanına alacağı kerameti kendinden menkul birkaç koltuk değneğiyle çoğunluğu sağlayamaz. Muhalif cephe eğer kendi içindeki sidik yarışından kurtulup, farklı düşünenlere karşı davranışlarını kontrol edebilirse, iktidar kadrosuyla, iktidara destek veren kitleyi birbirinden ayırabilecek erdemi gösterip doğru argümanları yakalayabilirse ve sonunda 2019’daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde toplumun tüm kesimlerini hitap edebilen bir aday bulabilirse bir çıkış yolu olabilir. Tabii yeni sistemde, o adayın hangi partinin genel başkanı olacağı da yeni bir tartışma konusu olacak.
Her iki olasılıkta da muhalif güçlerin kavraması gereken şey, aynı cephede olup da geçmişten gelen tartışmalar bir yana bırakılmalıdır. Özetle, körü körüne bir CHP savunuculuğu da, körü körüne bir CHP düşmanlığı da iş yaramaz. Bu HDP için de geçerli, Atatürkçülük için de geçerli, solun diğer nüansları için de geçerli. Esas geçerli olduğu alan ise; körü körüne bir inanç düşmanlığı da, körü körüne bir inançsızlık dayatması da muhaliflerin asla yapmaması gereken şeylerdir. Her konuda koşulsuz savunma ve dizginsiz saldırma iktidarın ekmeğine yağ sürecektir. Her türlü ezberden kurtulmak ve yeniden keşfetmenin, sorgulamanın kıymetli olduğu bir dönemde yaşıyoruz.
Bu sıkıntılı süreçten ülke olarak en az zayiatı vererek kurtulmanın ancak bu koşullarda olabileceğini ön görüyorum. Sonucunda, yine siyasetten uzak kalabileceğim, bu sorunlar olmasa bile, arada mevcut sistemi eleştirebileceğim düşük yoğunluklu bir dönem olsun ve yeniden bu derece karamsar siyasi yazı yazmaya gerek kalmayacak günlerimiz olsun.
14/07/2017