Tebliğcinin hükmü

Ağır suçlu bir hükümlüyüm. Mahkememi bekliyorum. Ne zaman olacak belli değil. Hiç kimseyle görüştürmüyorlar beni. Aslında görüşecek bir kimsem de yok. Yakalanmadan önce vardı ama artık yok. Kandırmıştım hepsini, önemli bir görevi yerine getirmek için, tam kırk yıl kandırdım onları. Önce bir kadın ve bir adam beni oğulları sandı. Sonra başka bir adam beni kardeşi, bir kadın eşi sandı. En sonunda bir çocuk da beni babası sandı. Hepsini kandırdım tam kırk yıl.

Çok eski bir tarihten geliyorum. Tebliğciyim. Tanrının gönderdiği peygamberler gibi değil, her şeyi bildiğini sanan filozoflar gibi de değil. Asırlar önce ölmüştüm ama dünyada olan biten her şeyi görüyor ve biliyordum. Yalnızdım. Dünyada değildim, yaşayanlar beni görmüyordu, sadece ben dünyayı izliyordum. Dinlerin dediği gibi öteki dünya gibi bir şey de değil. Bana göre öyle bir şey yok zaten. Öylesine hem tek başıma, hem de tüm insanlıkla, tüm coğrafyayla beraberdim. Baktım her şey çok kötüye gidiyor. İnsanlar vahşileşiyor, vicdansızlaşıyor, birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Daha da kötüsü dünyayı yok etmek üzereler. Ölmeden önce, yani asırlar önce bir şifacı bana bir ilaç vermişti. Demişti ki, “ölüyü bile diriltir”. Yanımda taşıdığım tek eşyam bu ilaçtı ve ondan kurtulmaya karar verdim. İlacı içerek kurtulacaktım ondan. Ve içtim. İnsanların içine karışıp onlardan biri gibi davranacak, güvenlerini kazanarak, basit bir insana özgü davranışlar gösterecektim. Unuttukları insanlığı dolaylı olarak tebliğ edecektim. Belki de ima edecektim sadece. Çünkü, herhangi bir misyonum da yoktu. İnsanlık hassasiyeti bu kadar zayıflamışken anlayan olur muydu bilmiyorum. Değer mi, değmez mi onu da bilmiyorum.

Anadolu dedikleri bu coğrafyada bir kadın doğum yapıyordu. Bebeğin ölü doğduğunu gördüm, her şeyi gördüğüm gibi. O an kararımı verdim; ebeler görmeden ölü bebeği rahimden gelen et parçaları ve kan pıhtılarına karıştırarak yerine ben geçtim. O kadın beni oğlu sandı, kocası da öyle. Sekiz, dokuz sene çocuk gibi davrandım. Aynı yaşlardaki çocuklar ne yapıyorsa ben de onları yaptım. Ama her şeyin farkındaydım, bilincim asırların bilinciydi. Sabırlı oldum, kendimi gizledim. Şüphe çekmemek için, genelde onların istedikleri gibi oldum. On yaşımdan sonra, kritik zamanlarda kendi düşüncelerim doğrultusunda kararlar verdim.

Verdikleri kimlikleri önce kabul ettim: “Türksün” dediler “Türküm, doğruyum” dedim. “Müslümansın” dediler, “Elhamdülillah” dedim. ”Erkeksin” dediler, “sünnet olacağım, askere gideceğim, sonra da evlendirin” dedim. “Oy vereceksin” dediler, “yeter ki hangi parti olduğunu söyleyin” dedim. Küçüklü büyüklü başka kimlikler de verdiler, onları da kabul ettim. Bunların hepsi şüphe çekmemek için yaptığım kurnazlıklardı.

Bir de yapmadıklarım oldu: Okullarını, eğitimlerini saçma buldum ve zorunlu yapmam gerekenden sonra gitmedim. Aile dedikleri kalabalıktan sıkıldığım zamanlar, başka yerlere kaçtım. Düğün, ölüm, aile bağları, bayramlar gibi geleneklerine uymadım. Bazen onların da işine gelen gerekçeler sundum, bazen de dişimi gösterdim. Artık gizlenmekten sıkılıyordum, yavaş yavaş sahneye çıkmam gerekiyordu.

Çeşitli ideolojilerini araştırdım ve daha yakından tanımak için birisinin içine sızdım. Tam on yıl sabrettim, tüm kirliliklerini yakından gördüm. İbadet evlerine sızdım, en masumlarında bile kini, nefreti gördüm kaçtım içlerinden. Bu kaçışlar benim için başarısızlık oldu. Buralarda sabırsız davrandım ve dikkat çekmeye başladım. Bunun üzerine her yerle ilişkimi koparıp inzivaya çekilmeye karar vermiştim ki, yakayı ele verdim. Çıkarlarımı düşünmemem, bir yerden kaçıp başka bir yere demir atmamam, makam ve koltuklardan uzak durmam, onlarda ne varsa bende tersi olan davranışlarım fark edilmişti. Zıt kuvvetler ilk kez hemfikir olmuşlardı. Değişimlerim onların farklılıklarına göre değil, onlarla vicdanım arasında oluyordu. Tehlikeyi gördüler ve aldıkları ortak kararla derdest ettiler.

Beni eski bir kalede tutsak ettiler. Kim olduğumu ve amaçlarımı öğrenmişler ve tüm dünyaya duyurmuşlar. İbret olsun diye ölümle cezalandırılacağımı biliyorum. Durumumu ibretlik yapmak için hakkımda çok kapsamlı bir dosya hazırlıyorlarmış. Gerçekte kim olduğum kesinleştiği için, ailem olarak yanlarında yaşadığım insanlar beni reddetti. Şimdiye kadar herhangi bir avukat da benimle görüşmeye gelmedi. Ne olacaksa mahkeme günü olacak. Kalede zincirli bir şekilde ikinci kez ölümümü bekliyorum.

Bu kalede beni mutlu eden bir şey oldu. Ellerim ve ayaklarım bağlı ama zincirler yeterince uzun. Yaklaşık yirmi metrekarelik bir alanda dolaşabiliyorum. Dolaşırken duvar taşlarından bazılarının kenarlarındaki sıvalarının dökülmüş olduğunu fark ettim. Bileğimdeki zincirin halkasıyla biraz uğraştığımda taş yerinden oynamaya başladı. Sonra taşı çıkarabildim, arkası boştu. Birkaç gün uğraştıktan sonra kilitlenerek örüldüğü için yanındaki ve altındaki taşları da çıkartabildim. Her gün çıkardığım taşları hafifçe yerine takıyor, ertesi gün yeniden taş çıkarma işini sürdürüyordum. Tehlikeli bir hükümlü olduğum için hücreme hiç kimse girmiyor, ölmeyecek kadar verilen yiyecekler kapının altındaki küçük sürgü açılarak bana doğru itiliyordu. Taşları çıkardıktan sonra elime yumuşak sayılabilecek bir paket değdi. Üzeri çürümüş deri kaplı paketi çıkarttım ve içini açtım. Sadece güneşli havalarda gündüzleri gelen ışıktan yararlanarak, içinde el yazması sayfalar olduğunu gördüm. Yazıları eski Türkçeydi. İlk yaşamımdan bu yana dünyadaki bütün kültürleri ve dilleri bildiğim için okumak hiç zor olmadı. Yaklaşık yüz yaprak arkalı önlü yazılmış bu sayfaların ilkinde şu yazıyordu: Varidat. Bu çok önemliydi. Demek ki, beni İznik Kalesinde tutuyorlardı. Demek ki, Şeyh Bedreddin de burada sürgün ve mahpustu. Demek ki Bedreddin, asılmak üzere buradan götürüldü. Hep okumak isteyip de bir türlü okuyamadığım Varidat’ın ölümü beklediğim bu kalede el yazmalı nüshalarından birini, belki de orijinal nüshasını bulmuştum. Hemen okumalıydım. Hüküm gerçekleşmeden hemen bitirmeliydim. En güzel ölüm mükafatımı da almıştım. Gündüzleri bunları okurken iyiydi de geceleri gölden gelen balıkçının karısının çığlıkları burada bana zor gelen tek şey oldu.


Ve mahkeme günü geldi. Beni zincirli olarak kaleden aldılar ve bir kayığa bindirerek, eski bir binaya getirdiler. Beş yüz yıl önce de mahkeme olarak kullanılan bir bina olabilir. Duruşmanın yapılacağı alan oldukça büyük. Kalın sütunlar, belki on beş metre yüksekliğinde, beş metrede bir olmak üzere demir parmaklı küçük pencereleri ve çok yüksek kubbeli tavanda dev gibi avizeler asılı. Sadece duruşma heyeti için masa ve koltuklar var. Onun dışında yüzlerce izleyici ayakta mahkememi ve öncesinden kesinleşmiş idamı kararının açıklanmasını bekliyorlar.
Duruşma salonunda, soluma baktığımda heyeti, sağıma baktığımda izleyicileri görecek şekilde, iki yanımda silahlı askerler olduğu halde ayakta bekletiliyordum. Benim tam karşımda ise yabancı ülkelerden gelen temsilcilerden oluşan otuz kişilik bir grubun daha sandalyelerde oturduğunu yeni fark ettim. Yargıcın gelip yerine oturmasıyla duruşma başladı. Yargıçlarına Tarih Baba diyorlardı.

Hakkımdaki suçlama basitti onlara göre: “Ne zaman yaşadığı belli olmayan bir çağdan gelerek, kendisini yeni doğmuş bir bebek gibi göstererek, önce gariban bir aileye, sonra toplumun çeşitli katmanlarına sızarak, inançları, gelenek, örf ve adetleri, vazgeçilmez kimlikleri ortadan kaldıracak faaliyetleri örgütlemek, iyiniyetli gençlerin kafasını karıştırarak, nihai olarak mevcut sistemlerin bekasını tehlikeye atmak.”

Suç delili olarak yanlarında yaşadığım insanların ve içlerinde bulunduğum kuruluşların hakkımda yaptıkları açıklamaları, tarihte belli etkiler yaratmış kişi ve düşünce akımlarının ve birkaç yakın arkadaşımın açıklamaları tek tek okundu:

Cevat Sabit (Babası): Tam kırk yıl bizi kandırdı. Böyle olacağını bilemedik ki. Farklıydı, garip davranışları vardı, olur olmaz şeyler yapar, olur olmaz şeyler söylerdi. Ama biz bunları hayırsız evlat çıktı ne yapalım deyip, bağrımıza taş basıyorduk. Aslında yıllar önce yaptığı bazı hareketlerde ben bundan şüphelendim, ama sonrasında geri adım atınca, şüphelerim de dağıldı.
Kırk yaşına geldi, bugüne kadar yaptığı her şeyi yarıda bıraktı. Hem de en zirvesine çıkıp, orada bırakıyor. Herkes ona gıpta ederken, o tutuyor, ben okula gitmekten vazgeçtim diyor. Zor zamanlarımızdı, okula gitmekten vazgeçtiğinde biraz da içten içe sevinmiştim, okul masrafları olmayacak diye, o ise kazandığını başka kitaplara yatırmaya başladı. Gençken dükkânlarımız var, kardeşi de var, takır takır çalışıyoruz, o dükkânda kitap okuyor, yazı yazıyor, müşteri geldiğinde, okuyup yazması kesildi diye müşteriye sinirleniyor. Eskiden bir adam askerden geldi mi, evlenmek isterdi. Evlenmek istediği kızı da söylerdi ailesine. Bu askerden geldi üç sene geçti hiç sesi çıkmadı. En sonunda biz dedik buna, “evlenmek istemiyor musun?” diye. Bu biraz düşündü, “olur evleneyim” dedi. “Kiminle evlenmek istiyorsun?” diye sorduk, “fark etmez” dedi. Biz de istedik bir kızı, nişanladık. Bizim adetlerimizde düğün yapmak önemlidir. Bu adam dedi ki, ben düğün istemem sadece nikâh yapalım. Uğraştık uğraştık ikna edemedik. Onun istediği oldu. Başka gençlere de kötü örnek oldu, onlar da düğün yapmadan evlenmeye başladılar. Sonra bizi yüzüstü bıraktı, hiçbir şey istemeden işini bıraktı gitti. Acayip gençlerle arkadaşlıklar etti. Annesiyle köye gittik, köyde ‘Sefer anarşik mi oldu?’ dediler, yıkıldım. Oralarda da bir şeyleri karıştırdı, her gün bir davayla geldi. Bizim ev geniş bahçeli, bir gün eve, biri minibüs, üç arabayla yirmi beş kişi geldiler, korktuk. Ailesi İstanbul’da olmayan iki arkadaşları evlenmiş, onlara düğün yapacaklarmış. Olacak şey mi, sabaha kadar kendileri yapıp, yiyip içtiler. Sonra ne oldu bilmiyorum, onlardan da ayrıldı, hem de ne ayrılma; hepsine düşman oldu. Bıçak keser gibi kesti ilişkilerini. Uğraştığı hiçbir işi yarım yapmaz, hep şunu diyordu; ‘tuvalet temizlikçiliği bile yapsan en iyisini yapacaksın…’
Tam sevindik bunlardan kurtuldu, artık bize daha yakın olur diye. Bu sefer kardeşini de kendisine benzetti. Başka kardeşleri görüyorum, biri iyiyse bir kötü oluyor, bu Sefer ne ettiyse, kardeşi bir ‘Abi’ diyor ağzından bin ‘Abi’ dökülüyor. O da kardeşine öyle. Sonra zar zor ikna ettik dükkân açtılar. Neymiş işleri az olmalıymış ki, kendilerine vakit ayırabilsinler. Bunu düşünen siz misiniz, bunlar bir iş yapıyor, kıyamet gibi, çevre esnaf, işi bırakıp bunları izliyor. Sadece yirmi iki ay çalıştılar, para basan yeri satıp kaçtılar. Eskiden bayramlaşırdı, on yılı geçti, bayramdan önce bir görünür, güler oynar, sonra yok olur. Adam bir yere gidiyor, şöyle bir kucaklayalım diyoruz, ‘gerek yok gerek yok, hadi eyvallah’ deyip kaçıyor. Bunları şimdi düşününce onun gerçek niyetini şimdi anlıyorum. O zamanlar farkına varamadık.

Fatma Sabit (Annesi): Bunu doğurduğum gün aslında ebeler bebeğin önce ölü olduğunu söylediler. Sonra birden bebek ağlaması duydum. Yaşattık dedi ebeler bu sefer. O nedenle de adını Sefer koyduk. Keşke bunun yerine bir kürek bok sıçsaymışım. Çocukluğu sessiz sakin geçti, kimseyle oynamaz, evden kolay kolay çıkmaz, kavga etmez bir çocuktu. Konuşmayı ilk öğrendiğinde de farklı konuşuyordu. “su istiyorum” demezdi, “içecem su” şeklinde konuşurdu. Köyümüzde bir öğretmen vardı. Bir gün böyle bir konuşmasına şahit olmuştu da çok şaşırmış, “bu çok farklı bir çocuk” demişti. Nereden bilecektik bu kadar farklı olduğunu. Hayatımızı kararttı. Gençliğinden beri ne bizlere sevgi gösterir, ne de bizim sevgimizi kabul ederdi. Hep mesafeli, resmi davranırdı. Evlendikten sonra çok sinirli birisi oldu. Her şeye bağırıp çağırıyordu. Sürekli bizim davranışlarımızı, yanlışlarımızı arar, sonra da, “ne biçim insanlarsınız” diye kızardı. Öyle zamanlarında korkardık, gözlerinden ateş fışkırırdı. Susar ve uzaklaşırdık. Zenginleri sevmezdi, din adamlarını sevmezdi, siyasetçilerden nefret ederdi. Biz bunları hep onun iyi niyetli ve dürüst oluşuna bağlardık. Kimsenin düşünmediği şekilde hakkı-haksızlığı hesap ederdi. Kimsenin fark etmediği borçlar çıkartırdı kendisine. Ve onları bir şekilde mutlaka öderdi. ‘Başkaları için değil kendi vicdanım için bunu yapmalıyım’ derdi. Bazı akrabalarımız onun bu hareketleriyle alay ederdi. Bu kafayla bu bir şey sahibi olamaz derlerdi. Bunları kendisine söylediğimizde o akrabalarla ilişkiyi keser ve bize de çok kızardı. Biz de kendisine kızardık. Dünyamızı başımıza yıktı. Ele güne rezil olduk. Bir gün yüzü görmedik, gerçek bir aile olamadık bunun yüzünden. Cezasını çeksin.

Hasat Sabit (Oğlu): Yaşanan olaylar ve gelinen noktada en zor durumda olan aslında benim. Babamın suçu sabit olduktan sonra ne yapacağımı bilemedim. Bu dünyada kan bağı olan tek insan benim. O öldüğünde bu soyu devam ettirecek tek kişi benim. Büyükbabam veya babaannem olarak tanıdığım sevdiğim kişilerle bir kan bağım kalmamış oluyor. Manevi olarak onlar benim için yine büyükbabam ve babaannem ama, gerçekte bu artık böyle değil. Aynı şekilde, amcam için de geçerli bunlar. Babamın durumu ortaya çıktıktan sonra sadece benim baş başa kaldığım bir durumu anlatmak istedim önce.

Babama gelince, onu ilk hatırladığımda, gözleri bulanık bir şekilde bana bakıyordu. Ve hayatı boyunca hep öyle baktı. Okumaya başladığımdan itibaren, okulda öğretmenlerimin bile bilmediği kitaplar okuttu. Yazdığım ilk yazı sekiz yaşındayken bir bilim dergisinde yayımlandı. Bana hiç baskı yapmadı fakat, onun yanında rahat etmek mümkün değildi. Her şeyi dersti; evde, yolda, oyunda, denizde, dağlarda her yerde olağan gelişmeleri içine bir şeyler katarak olağanüstü duruma getiriyordu. Liseye başladığım yıl, yani iki yıl önce, teneffüste arkadaşlarımla okulun bahçesinde geziyorduk. Okulun ana giriş kapısında bir hareketlilik gördük. Oraya doğru gittiğimizde, boynunda bir seyyar satıcı tablasıyla babam, okula girmeye çalışıyordu, görevli de izin vermiyordu. Ben babamı bu halde görünce çok şaşırdım, çünkü babam seyyar satıcı değildi. ’Ne oluyor baba?’ deyip yanına gittim, herkes çok şaşırdı. Güvenlikçiden izin alarak, bahçedeki selvi çamlarının altındaki banklara arkadaşlarımla beraber oturduk. Arkadaşlarımla babamı tanıştırdım. Bugün işi olmadığı için böyle bir şey yapmayı denediğini söyledi bize. Sonra onu okulun kapısına kadar yolcu ettim, bana kimseye göstermeden, ciddi bir harçlık verdi. ‘Okuldan sonra arkadaşlarını gezdir’ dedi ve gitti. Ben de okul çıkışı arkadaşlarıma, sinemaya gitme teklifinde bulundum, bütün ikramları benim yapacağımı söyledim. Kimse kabul etmedi.
Eve gittiğimde, durumu anlatıp parayı geri vermek istedim. Cebinden bir kitap listesi çıkardı, oradaki arkadaşlarımın sayısı kadar. Dedi o parayla bu kitapları al ve arkadaşlarına armağan et. Yani, bir test günüydü; benim kibirim, kendime güvenim, paylaşımcılığım ve arkadaşlarımın olgunluk eğitiminden geçtiği gündü. Bütün hayatım buna benzer oyunlarla geçiyordu; film, belgesel, haber izlememi, bunların nasıl yorumlanması gerektiğini anlatıyor, gereksiz bilgilerle kendimi meşgul etmem üzerine sohbetler ediyorduk. En çok kızdığı şey sıradanlıktı. Yaptığı her işi farklı ve daha gelişmiş şekilde yapmaya çalışırdı. Genel doğru bilinen olaylardaki yanlışları, yanlışlardaki doğruları anlatırdı. Gösterileni değil, görünmeyeni yakalamaya çalışırdı. İsteklerini, “ben olsam böyle yapardım” veya tavsiyelerde bulunarak belli eder ama kesin isteklerde bulunmazdı. “Karar vermekte zorlandığın bir durum olduğunda hiç kimseyi dinleme, vicdanına başvur. Çünkü en sonunda onunla baş başa kalacaksın” derdi. Herkesin babasından farklı olduğunu küçük yaşlardan beri fark ettim. Diğer büyüklerimin aksine bu farklılık beni hiç rahatsız etmiyordu. Arkadaşlarıma anlattığımda onlar da çok şaşırıyorlar ve kendi babalarının da benim babam gibi olmasını diliyorlardı. Fakat bunları şimdi anlayabiliyorum. Onun için de ben, dünyadaki tek yakınıydım ve onun sinsi planları için bana ihtiyacı vardı. Beni kendisi gibi yetiştirip, topluma karşı kışkırtmak isteyecekti. Her ne kadar sonunda kan bağım olan birisini kaybedecek olsam da, dünyamızın güvenliği için onun cezasını çekmesinden en küçük bir acı duymayacağım.

En Komünist Partisi Merkez Komitesi:
İlgili şahıs, 19..-19.. yılları arası on yıl boyunca partimizin il ve ilçe örgütleri ve partimize bağlı yayın kuruluşlarında, üyelik ve yöneticilikler yapmıştır. Partimize ilk katıldığı yıllar, çalışkanlığı, disiplini ve muhalif kişiliğiyle dikkatlerimizi çekmiş, hatta kendisinin emperyalist ülke istihbarat örgütlerinin içimize sokmaya çalıştığı bir eleman olduğu şüphesini edinmemize neden olmuştur. Hakkında yaptığımız uzun araştırma ve takiplerde, rapor verdiği ya da talimat aldığı hiçbir ilişkisine rastlanmamıştır. Bunun üzerine kendisine önemli sorumluluklar ve yetkiler verilmiştir. Bu yetkiler birçok parti üyemizin almak için kavga verdiği yetkiler olmasına rağmen, adı geçen şahıs beklediğimiz hevesi göstermemiş ama görevlerini en iyi şekilde yerine getirmiştir. Partimizin ideolojik ve siyasi açılımlarına karşı sürekli muhalefet etmiş, parti içinde üyeleri bu şekilde etkilemeye çalışmıştır. Mücadelesinde ideolojimiz yerine, insani ve duygusallığı rehber edindiği sık sık gözlemlenmiştir. Tüm bunlara rağmen parti içi demokrasimiz onu kabullenmiştir. O ise partide iyi bir konumdayken istifa etmiş ve herkesle ilişkisini keserek partiden uzaklaşmıştır. Siyasi tecrübelerimiz ışığında karşı saflara geçerek iç işlerimizi deşifre edebileceğinden şüphelenen partimiz, şahısla ilgili bir komite oluşturmuş, onun davranışlarını dünya çapında değerlendirmiş ve şüpheleri bir üst noktaya taşıyıp, Tarih Baba’yı bilgilendirmiştir. Kendisi, başta sızmaya çalıştığı partimiz olmak üzere tüm dünya ideolojileri için çok tehlikeli bir insandır. En ağır cezaya çarptırılmasını talep ediyoruz.

En Kapitalist Şirket Yönetimi:
Adı geçen şahıs şirketimiz bünyesinde üç yıl çalışmıştır. Çalıştığı üç yıl boyunca hep örnek bir eleman olmuştur. Şirketimizin yönetim kurulunun da dikkatini çekmiş ve kendisine büyük kariyer, maddi imkan sağlayacak mevkiler teklif edilmiştir. O, bu teklifleri her defasında geri çevirmiş ve alt kademelerde az maaşlara kanaat etmiştir. Halen bizde çalışırken, Tarih Baba’dan gelen uyarı üzerine hakkında dünya çapında bir tahkikat olduğu anlaşılınca işine son verilmiştir. Bizden ayrıldıktan sonra, her hangi bir yerde çalışmadığı ve düşüncelerini sanal dünyaya yaymaya çalıştığı, bilgi işlem görevlilerimiz tarafından birçok defa tespit edilmiş ve Tarih Baba bilgilendirilmiştir. Kötü amaçları için şirketimizi kullanmaya çalışan bu şahsa gerekli cezanın verilmesini bekliyoruz.


Bu konuşmalardan sonra söz alan başka kimse olmadı. Tarih Baba kendisine ulaştırılmış iki mesaj olduğunu ve onların da dünya kamuoyuyla paylaşılacağını duyurdu. Bunun üzerine mahkeme katibi ayağa kalkarak mesajları okudu:

“Adını açıklamayan, sadece ‘çok eski bir dost’ imzasıyla gelen iki cümlelik mesaj: ‘Ben uyuya kaldığım için, sen yalnız kaldın. Bu dünya yaptıkların için değmezdi, umarım senin için heyecanlı bir yolculuk olmuştur.’

İkinci mesaj da yine imzasız ve bir cümlelik: ‘Yüreğin yüreğimdir, yaban çiçeğim.”

Mahkeme katibi mesajları okuduktan sonra Tarih Baba yeniden konuşmaya başladı:
Bu olay, insanlık tarihinde,-mitolojik de olsa- yer alan Nuh Tufanı olayından bu yana meydana gelen, sistemlere ve toplumlara yapılmış en büyük saldırıdır. Ne Mısır firavunlarının, ne Büyük İskender’in, ne Romalı gladyatörlerin, ne Bizans’ın, ne Ortaçağ Avrupası’nın, ne Hitler’in yaptığı saldırılar bununla kıyaslanabilir. Bu saldırı tüm bir insanlığa, tüm dinlere, tüm milletlere, tüm ideolojilere, tüm devletlere yapılmış büyük bir saldırıdır. Tarih boyunca meydana gelen olayların yaraları sarılabildi, kurtuluşlar gerçekleşti. Ama bu saldırı amacına ulaşılabilseydi, hiçbir gücün kurtuluş şansı olmayacaktı. Kesinleşmiş kararımızı açıklayıp hükmü uygulamadan önce, saldırganın yaşamına bir şekilde girmiş tarihsel kişi ve düşünce akımlarının gönderdikleri açıklamaları da bizzat kendim okumak istiyorum.

Adalet Tanrısı Tamaş, Aşk Tanrıçası İnanna ve Gilgameş’in ortak yaptıkları açıklamalarında, “Sefer akımının tarihinin kendi dönemlerine dek uzandığını, hatta daha eskiye dayandığını söyleyerek, bu tarihi yargılamanın yeterince adil olamayacağı” kaygılarını dile getirmişler.

Sümer, Mezopotamya, Mısır ve Pers kaynakları, “Sefer’in hayat içinde bazı yanlışlıkları olduğunu, fakat gelecek kuşakların kardeş kavgasının önünün kesilebilmesi için, öldürülmemesinin, Ağrı Dağı’nın zirvesinde sonsuza kadar sürgün edilmesinin doğru olacağını” söylemişler.

Havra, Kilise ve Cami çevreleri de açıklamalarını, dinlerin kardeşliği adına ortak yapmayı uygun görmüşler: “Olayı yakından takip ettiklerini zira, adı geçenin, ne tanrı, ne seçilmiş, ne de kul formatına uygun olduğundan, dinlerin bekası açısından bu konuya girmeyeceklerini” belirtmişler. Bu karara, Yunus Emre’nin “dünyasına eğri odun girmedi”, Hacı Bektaş Veli’nin de, “inanmadığı şeyler olduğu doğru, fakat inandıkları daha doğruydu” diyerek şerh koymuşlar.

Karl Marks ise yaptığı açıklamada, “Sefer’in kendi öğrencilerinden olduğunu fakat, olayın son boyutlarının tarihsel ve diyalektik materyalist açıdan değerlendirebilmekte güçlük çektiğini, Engels’le konu üzerinde ayrıntılarıyla düşünüp bir kitap yazacaklarını, bu kitabın bir milyon olan ilk baskısının İbrahim Müteferrika tarafından yapılacağını” söylemiş. Marks, “Sefer’i Lenin ve Mustafa Kemal’in daha yakından tanıyabileceğini” de ilave etmiş.
Mao Zedung ise yaptığı açıklamada, “Sefer’in geçmişte öğretisinden yararlandığını, fakat sonra, kültür devrimine ters düşen davranışlar içine girdiğini, tarihsel açıdan da Sefer’in durumunun üç dünya teorisine uygun düşmeyeceğini” belirtmiş.

Selim Işık, Süleyman Kargı aracılığıyla yaptığı açıklamada, “Sefer’in eski yaşamı bir hayal ürünüdür. Yaşadığı bu son hayatının dönüm noktasının kendi hikâyeleri olmasına rağmen, Sefer’in bu hikâyemizden ders çıkarmayarak, toplumu değiştirme derdine düştüğünü, sonrasında ise bizim düştüğümüz duruma düşmesine rağmen içten içe, insanları dönüştürme sevdasında olduğunu biliyoruz. Hayatının da hep tutunmak veya tutunamamak arasında gidip geldiğini de biliyoruz. Buna keza onun bir Turgut Özben’i olmadığını ve sadece bir melankolik olduğunu düşünüyoruz.”

Şu ana kadar bize ulaşmış başka bir açıklama kalmamıştır. Bu insanlık düşmanından son sözlerini soracağız, sonrasında da, gerekçelerimizi açıklayıp hükmü gerçekleştireceğiz.
Tarih Baba açıklamaları okuyup konuşmasını bitirdikten sonra bana döndü ve kararımız kesindir şimdi gerekçelerini açıklayacağız. Öncesinde “söylemek istediğin son sözün var mı?” diye sordu.

Tarih Baba’ya baktım, yanındaki heyete baktım, karşımdaki dünya temsilcilerine baktım, sağımdaki mahkemeyi izlemeye gelen insanlara baktım ve güldüm. “Diyecek bir şeyim yok. Bu dünyaya kirlenmiş insanlığı kurtarabilmek için hileli olarak geldiğim ve yaptıklarımın hepsi doğrudur. Yalnız şunu unutmayın; ya yine gelirsem, ya başkaları da varsa, ya sizlerden biriniz veya birkaçınız da bu görevi yerine getirmek için sabırla kendini gizliyorsa, ne yapacaksınız? Hepiniz şüphelisiniz.” Tekrar güldüm ve “başka bir şey söylemeyeceğim” dedim.
Konuşmam üzerine Tarih Baba da dahil olmak üzere herkes birbirine şüpheyle baktı. Salonda yükselen uğultuyu susturmaya çalışan Tarih Baba, durumu kurtarmak için, “şimdi gerekçeleri ve kararı açıklıyorum” dedi. Daha önceden yazıldığı belli olan açıklamayı okudu:

  1. Dünyamız Sefer adındaki bu insan ucubesi yüzünden, asırlardır büyük sıkıntılar çekmiştir.
  2. İnsanlık tarihinde, kendisine hiçbir toplulukta yer bulamayan ve müzmin muhalif kılıfıyla insanların ve toplumların içine kıvılcım düşürmeye çalışan bu ucube, dönemimizde ortaya çıkmış, kendini ele vermiş ve yakalanmış bulunmaktadır.
  3. Kendisinin sadece kurban seçtiği anne ve babasının ifadelerini okuduğunuzda bile, onun bir insanlık istifrası olduğunu anlayabilirsiniz. Bunun yanında sızmaya çalıştığı siyasi örgüt ve çalıştığı işyerindeki davranışlarının üzerine, sanal ortamlarda yazdığı yazılar okunduğunda suçu sabitleşmiştir. İlk ifadesinde söylediği, ‘Valla ben hiçbir şey bilmiyorum’ sözüyle gerçek kimliğini saklamaya çalışmıştır.
  4. Yapılan soruşturmalarda hayatına girmiş kişilerin verdiği ifadeler ve dünya tarihinin mihenk taşlarınca mahkememize ulaştırılan değerlendirmelerinin büyük bir bölümü de, kurulumuzun görüşlerini destekler niteliktedir.
  5. İçimizde olaya duygusal bakan bazı çevreler olsa da, genel insanlığın bekası açısından, dünya bu istifradan kurtulmalıdır.
  6. Kurulumuz, kararanı bu yönde vermekle birlikte, demokrasi, insan hakları gibi safsataları da göz önüne alarak hükmü gerçekleştirirken insanlık dışına çıkılmayacaktır.
  7. Hüküm üç gün sonra, Nemrut Dağı’nda on okçu cellat tarafından gerçekleştirilecektir.
  8. Bu karar üzerinde temyiz hakkı olmayacak, kesin olarak uygulanacaktır.
  9. Adı geçen ucube, karar sonucuna kadar İznik Kalesi’nde tutulacak, üçüncü gün Nemrut Dağı’na sevk edilecektir.

İşbu dokuz (9) maddelik karar, kurulumuz tarafından 11’e 1 olarak alınmış olup, dünya insanlık tarihine ilan edilmiştir.


Kararın benim için bir önemi yoktu. Önemli olan kararın üç gün sonra uygulanacak olması ve İznik Kalesi’ne gönderilecek olmamdı. Bu üç gün Varidat’ı bitirmem için bana yeterdi. Gerisi önemsizdi. Bunun yanında kararın on bire bir verilmesi, oğlumun yaptığı konuşma içinde bıraktığım izlerin olması, eski tarihten gelen bazı mesajlar, bir nebze olsun amacımı gerçekleştirdiğimin kanıtıydı. Bu maya tutabilirdi.

Üçüncü günün son gecesinin şafağında son satırları okuyordum. İçim huzur bulmuş, muazzam bir ferahlık içindeydim:

“Evrenin yücesiyle, aşağılık olan varlıklarıyla sağlıklı bir insana benzediğini bilesin. Evren yaratılışında da, davranışlarında da kendi özelliğini taşıyan bir nitelikte olup gene insana benzer. Evrenin en yücelerinin en aşağılara etkisi olduğu gibi içinde bulunan varlık türlerinden birtakımı birtakımıyla bağlantılıdır. İnsandaki güçlerden kiminin kimiyle bağlantılı oluşu gibi. Bu evrenin düzenini sağlayan, göklerin kendi varlık ortamlarında özel durumlarda, birbirlerine uzaklık ve yakınlık bakımından belli bir biçimde bulunmalarıdır. Gök yücedir, alçalır, olduğundan başka bir duruma girerse evrenin düzeni bozulur demişler, onun nedeni budur işte.”


Üç gün sonra. Nemrut Dağı’ndayım. Onlarca metre yüksekliğinde kral heykellerinin önündeki alandayım. Çok rahatım. Burayı sirk yerine çevirmişler. Turlar, yiyecek içecek barakaları ve hükmü yakından izlemek isteyenlere bir tribün. Büyük ihtimalle parası olanlar orada oturacaktır. Ve yine büyük ihtimalle bu sayede büyük paralar kazanacaklar. Artık bunların hiç önemi yok. Ben yerimdeyim. Ellerim dikilmiş ağaçlara, ayaklarım yerdeki demir çubuklara bağlı. Başıma bir çuval geçirildiği halde, zoraki olarak bağrım açılmış, gelecek on oku bekliyorum. Okçular da tam karşımda, gelecek emri bekliyorlar. Sessizlik istendi, karar tekrar okundu, dikkatler çekildi ve emir verildi.

İşte bu da oldu bitti.

2016

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.