

Başlığın aksine Kotor, Balkanlar’ın yaralı şehri değil. Çünkü Karadağ sınırları içinde ve sahilde turistik bir yerleşim alanı. Biraz da bu yüzden ayrı yazmayı doğru buldum. Aslında Kotor, hem kent, hem şehir. Kent çünkü, bin beş yüz yıl öncesine dayanan eski bir yerleşim alanını hâlâ koruyor. Üstelik bu koruma müze gibi gezip görülecek bir koruma değil. İçinde her şeyiyle hayat var. İnsanlar, daracık taş sokaklarda, ahşap panjurlu pencerelerde, tulumbalı çeşme başlarında, çeşitli alışveriş mekanlarında, meydanlarda… Venedik mimarisinin hakim olduğu kent bir zamanlar Dalmaçya Şehri olarak da anılmış.

Eski Kotor (Old Town)’da tam bir hayat devam ediyor.

Kotor’a ilk geldiğinizde sahil boyunca ve merkezinde klasik bir turistik tatil şehri havası hakim. Sahil yolları, alışveriş merkezleri, modern parklar, yoğun bir trafik, otel-motel-apart gibi konaklama binalarıyla benzerlerinden bir farkı yok gibi. Ama şehrin bu kısmına ara verip -çünkü biraz sonra bu bölgeleri farklı açıdan görme imkanımız olacak-

nehre geldiğinizde, nehir kenarındaki surlarla ve kale kapısıyla her şey değişiyor. İşte burada kent başlıyor. Kentin üç giriş kapısı, bir de kentin yaslandığı tepeye çıkan kapısı var. Üç giriş kapısından denize doğru bakan en büyük kapısından girdiğinizde büyük bir meydana çıkıyorsunuz. Bu kapının burcunda kocaman bir saat kulesi var. Meydana açılan binalar kentin en yüksek binaları. Ve giriş katlarının neredeyse tamamı yeme-içme ve eğlence üzerine. Kenti karşınıza alıp solundaki kapıdan girmek için, nehir boyunca yüz metre kadar yürüyüp, önce bir köprüden geçmek gerekiyor. Köprüden aşağı kapıya kadar ve tepeye doğru

surlarla çevrili.
Tepeyi de gören bu manzaraya iyice bakmak da fayda var. Bu kapıdan girince de ana kapıdan girişte olduğu kadar olmasa bile yine bir meydan var. Buradaki eski büyük yapılardan biri güvenlik binası olarak kullanılıyor. Üçüncü kapı bu kapını tam karşı tarafında.

Ve diğer kapılara nazaran daha dar bir girişi var. Giriş sonrası nehre bakan tarafında demir parmaklıklar, zindan girişini hatırlatıyor insana.
Her üç kapının da kendine göre

farklı mistik bir havası var. Kapılardan hangisinden girilirse girilsin, beş metre sonra dışarıdaki dünyayı unutuyorsunuz. Biraz içerilere doğru ilerlediğinizde, sanki başka bir zamana geçmiş gibi oluyorsunuz.

Binalar, pencereler, çatılar, dar ve geniş sokaklar, meydanlar, çeşmeler, tepeye doğru yaslanmış evlere gitmek için kullanılan taş merdivenler, duvarlara asılmış çiçeklikleriyle, birden bire o ambiansın içinde kayboluveriyorsunuz. Siz neye uğradığınızı an

lamaya çalışırken, kilise çanının saat başını vurduğunu duyuyorsunuz.
Saat arasında ise tek gonku duyacaksınız. Çan sesiyle birlikte eski bir romanın ya da masalın içine düşmüş gibi hissediyor insan kendisini.
Eski kentin etkisi o kadar fazla oldu ki, çantalarımızla tepedeki konaklayacağımız yere, hangi merdivenlerden çıkacağımıza bakamadık bile. Oysa oraya da bir an önce çıkıp, gün batımını biraz erken yakalamamız iyi olurmuş. Fakat kentin etkisi bizi

yavaşlattı ve İrina’yla annesinin yaşadıkları evin alt katındaki apartımızın terasına gelip de, biraz aşağıda kalan şehrin ve kiliselerin çatılarını, çan kulelerine doğru dürüst bakamadan güneşin karşı dağın ağaçlarının arasından kaybolmak üzere olduğunu son anda görebildik. O anda yarın akşam da burada olamayacağımıza üzüldük.
Anladık ki, burada zaman çok değerli. Eşyalarımızı bırakır bırakmaz şehri gezmeye koyulduk. Tüm sokaklarına girdik, binalarına baktık, her kapısından çıkıp, diğerinden tekrar girdik. Adeta bir zaman tünelindeymişiz gibiydik. Kentin arkasındaki tepenin zirvesine kadar bir yürüyüş merdivenleri olduğunu,

bu tepenin ortasında küçük bir şapelin ve zirvesinde daha büyük bir yapının olduğunu gördük. Ve sabah erkenden kalkıp yapacağımız işi kesinleştirdik. Hava kararmaya başlayınca eve dönüp, duşumuzu alıp

tekrar çıktık. Bu arada kaldığımız evden de bahsetmenin kabalık olmayacağını umarak birkaç ayrıntı vereyim. Tamamen bir taş ev, geniş duvarlar, gömme dolaplar, ağaç kiriş ve döşemeleri ve katlanır Venedik panjurlar. İçindeki sıcak suyu, temiz yatakları ve mini buzdolabıyla bize fazlasıyla yetti.

Böyle bir yerde hiç araç olmadığını, daha doğrusu görünen tek teknolojinin gece yanan lambalar olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Mekanlardaki ve evlerdeki elektrikli aletleri, ceplerimizdeki telefonları görmezden gelirsek tabii.
Hem gezdik, hem de ne yiyeceğimize karar verdik. Havanın kararmasıyla, sokaklarda meşaleye andıran ışıklandırmalar yanınca, atmosfer eksiksiz tamamlandı. İlk kez bu yemek yediğimiz yerde kaptanımızı Türk’e değil de, İspanyollara benzetilmesi bizim için değişik bir eğlence oldu. Neyse ki konuşmalar hep İngilizce.

Yalnız yemeğin yanında verdikleri şarap biraz bizim düğün şerbetlerine benziyordu. Burada epey eğlendikten sonra, kentten çıkıp, şehirde küçük bir tur atıp, marketten biralarımızı ve sabah zaman kaybetmemek için

kahvaltılıklarımızı alıp, konakladığımız evin terasına gittik. Akşam kent manzarası, ay ışığı ve kedi misafirlerimizle gece yarısını yaptık. Ekip arkadaşlarımın beni yatırıp, gece hayatı denemesi yaptıklarını ve Pazar akşamları açık yer kalmadığı için döndüklerini de belirtmekte

fayda var.
Güneş yükselmeden tepe turunu yapmak için sabah sekiz çanıyla kalktık, kahvaltımızı yapıp hemen çıktık. Daha doğrusu çıkmak istedik. Çünkü sabah olunca dün ve akşam gördüğümüz

her şey bize daha farklı gelmeye başladı. Daha önce gördüğümüz, fotoğrafını çektiğimiz şeylere yeniden bakıp, fotoğraf çektik. Ve nihayet, tepeye çıkan kapıyı bulduk ve merdivenlere koyulduk. Sürekli bir zik zak çizerek yaklaşık üç yüz metre çıktık. Aşağıdan gövdesini bile göremediğimiz selvi çamların fotoğrafını en üst dallarının bile çok üstünden çektik. Kentteki küçüklü büyüklü tüm binaları iki kiliseyi, surları, tepeye çıkan merdivenleri, tepenin tam ortasındaki

küçük kiliseyi bir anda görebiliyorsunuz. Badem ağacından çağala yiyebiliyorsunuz. Kentin etkisinden biraz kurtulup, şehre, denize, karşı ormanlık dağlara ve denizin içinde kalan kiliseli adalara bakabiliyorsunuz. Tepenin arkasındaki sur pencerelerinden (içten geniş dıştan dar gözetleme delikleri) tepenin tam arkasına baktığınızda, farklı ören yerleri ve karşı tepeye çıkan merdivenleri de görebilirsiniz. Tepedeyken aşağıdan gelen çan sesleri daha bir heybetli geliyor insana.
Tam zirvede bizimkiler şehrin fotoğraflarını çekmekle meşgulken,

ben biraz yaramazlık yapayım dedim.Baktım güler yüzlü bir Japon turist. Japonca’yı su gibi bilmiyorum, hatta hiç bilmiyorum ama yine de konuşmak istedim. Uzun uğraşlardan sonra “good morning”, “excellent”, “okey” kelimelerinden daha uzun bir konuşma olmadı. Vücut diliyle de neyi anlatacaktım ki? Her şey ortadaydı.

Ama izlediğim İngiliz dizilerinin etkisiyle hepsini aksanlı söyledim.Gülüştük bizde.
Bu kadar sürede görecek başka bir şeyimiz kalmayınca, biz inişe geçtiğimizde insanlar da yeni yeni çıkmaya başlamıştı.

İstisnasız karşılaştığımız herkese “good morning” dedim. İndiğimizde öğlene olmak üzereydi. Duşumuzu aldık ve yola çıktık.

Kotor’da bir şey içimizde ukte kaldı. İki küçük tarihi adasını gezmeye zamanımız yetmedi. Ama gelirken de, dönerken de, en yakınından geçtiğimiz yerlerden iyice görmeye çalıştık.
Kotor’a gitmek için karayolunun dışında, Akdeniz, Adriyatik Deniz’i üzerinden turlarla da gelmek mümkün.
Son sözümüz de şu olsun. Paylaştığım izlenimler bizde bıraktığıydı. Herkeste aynı olmayabilir. Yarın bir gün siz de gittiğiniz de (veya geçmişte gitmişsinizdir ama farklı izlenim edinmişsinizdir) daha farklı şeyler gözlemler ve hayal kırıklığı yaşarsanız hoşgörünüze sığınırım.

Teşekkür;
Bu geziyi yapmama vesile olan ve elinden geldiğince bana tercümanlık yapan Cem ve iyi fotoğraf çekebilmemiz için tripodu her yere taşıyıp bizi eğlendiren Güney‘e çok teşekkür ederim.