Hava, ne tam soğuk ne de sıcaktı. Kışlıkları giysem acaba rahatsız eder mi, yazlıkları giysem ayaklarım üşür mü diye kısa bir tereddüt geçirdikten sonra, kışlıkların gece serinliğinde ayağıma verdiği huzuru düşünüp kararımı vermiş oldum. Son kez etrafa göz atmak için geri döndüm. Tam çıkmadan önce, duş aldığım banyoda su kaldığını görüp çekçekle sildim. Bir an musluk damlatıyor sandım ve sıktım. Yüz havlusunun hafif kirlenmiş tarafının üste geldiği dikkatimi çekti, alta gelecek şekilde havluyu yeniden astım sinsice. Evden çıkmadan, yatağımın örtüsünün düzgün olup olmadığına baktım, içtiğim kahvenin fincanını hızla yıkadım, ocağı yanık bırakıp bırakmadığımı da kontrol ettim. Dış kapıyı çekip çıkarken, her defasında özenle iki defa kilitlediğim kapıyı, bu defa hiç kilitlemeden sadece çekerek kapattım. Hatta alışkanlıkla acaba kilitlemiş olabilir miyim diye de tekrar bir kez çevirip açılıp açılmadığını kontrol edip, kapıyı sadece mandalda bırakarak kapattım. Hafta sonu olduğu için okulun otoparkına bırakmadığım aracıma binip, hızla uzaklaştım.
Taksim’e geldiğimde arabayı, Tarlabaşı Bulvarı üzerinde her zamanki yere özenle park ettim. Değnekçiyi daha önce de ceza kesilmemesi için uyardığım olmuştu -pimpirikliğimden değil, bir defa kesilmişti çünkü-. Fakat bu defa cezadan hiç bahsetmedim bilerek, isterse kesilsin. Ama ciddi şekilde arabanın çekilmemesi konusunda uyardığımda, henüz gazete kâğıdına sarılı birasını içmeye başlamamış olmalı ki, “tamam abi, daha önce ne zaman çekildi ki?” diye söylenerek, açık seçik bozulduğunu belli etti değnekçi. Parasını peşin verip, gönlünü alarak uzaklaştım. Nereye?
II.
İçmek istiyordum. Yalnız başıma, hiçbir tanıdıkla karşılaşmayacak bir yerde kendimi buluncaya, yaşamsal tedirginliklerimden kurtuluncaya kadar içmek istiyordum. Aslında dışarıda yalnız içki içmekten hiç hoşlanmazdım. Bu ikincisi olacaktı. Birincisinde, küçük bir sevgi gösterisi öncesi, kafamın hafif çakırkeyif olması gerekmişti. Sonrasında ise, gittiğim koca bir mekanın koca bir masasında, sadece bir kadeh kaldırmak için tek başıma, sanki birazdan gelecek bir arkadaşımı bekliyormuş gibi yaparak, bir kadeh rakı siparişi vermiştim. Kadehimi hedefe doğru kaldırmış, karşılığını fazlasıyla almış ve daha sonra zafer kazanmış muzaffer komutan edalarıyla olay yerinden ayrılmıştım. Ayrıntılarının şimdiki konumuzla hiçbir alakası bulunmadığını da ilgilerinize sunarım.
Şimdi ise böyle bir durum yoktu. Dünyevi bir amacım olmadığı gibi, sadece içebileceğim en son noktaya kadar içip, alkollü üst sınırımla neler yapabileceğimi de görmek istiyordum. Bunu yapmak içinse öyle eğlenceli, müzikli bir yere hiç ihtiyacım yoktu. Sadece içkimi içebileceğim salaş bir yer bana fazlasıyla yetecekti. Beyoğlu’nun, çok kullanılmayan sokaklarının birinde, daha önce hiç görmediğim eski bir “meyhane” tabelasını gördüğümde, keyfim yerine geldi. Sanırım aradığım yeri bulmuştum. İçeri dalmamla etrafı kolaçan etmem bir oldu. Öncelikle tanıdık birinin olup olmadığını, sonrasında ise zula bir masanın bulunup bulunmadığını kontrol etmemle, koca bir kolonla, meyhane köşesi arasında kimsenin beğenip de oturmadığı küçük masaya kaybetmeden oturdum. Sonra tekrar bir sağıma soluma bakındım, sigaramı ve çakmağımı çıkarıp masaya koydum. En eğlenceli olmam gereken şu anda bile, “kontrol ve disiplin” merakım biraz canımı sıksa da boş verdim. Meyhanenin orta yaşı geçmiş garsonu yanıma geldiğinde, hiç düşünmeden, küçük bir rakı ve kafasına göre birkaç meze getirmesini söyledim. Gerisi sonra dedim, aslında bir büyük rakıyı içeceğimi biliyordum fakat, hem kendimi hem de meyhaneciyi ürkütmek istemedim. Hala bir “hesaplar” peşinde olduğuma bir dakika içinde ikinci kez şahit oldum, küfrettim kendime.
İlk kadehimi çabuk tıkanmamak ve ağzımın uyuşmasının yavaş olması için, sadece dört yudumda, yanında iki çatal peynir, bir dilim domates ve bir çatal ucu ezmeyle ekmeksiz olarak içtim. İkinci kadehimi ise üç yudumda bitirdiğimi biliyorum fakat, yanında tam olarak ne yediğimi hatırlamıyorum. Aradan yaklaşık üç defa, üç çeyrek saat geçtiğinde ise, ikinci küçük rakının üstüne, bir bardak birayı cila yaptığımı daha dün gibi –belki de evvelsi gündü- hatırlıyorum. Hatta her zamankinin tersine, hesabı kredi kartıyla değil nakit olarak ödediğimi, garsona ise, yüzde on beş bahşiş bıraktığımda, “abi sana taksi çağıralım mı?” diye sorduğunu dahi çok net hatırlıyorum. Bu kafayla bile “ince hesap” pes doğrusu.
Arabam vardı, taksi neden çağıracaklar ki? Meyhaneden çıktım, bir sigara yaktım ve çok hızlı bir şekilde, sanki peşimden kovalıyorlarmış gibi arabama doğru yürüdüm. Acele gitmem gerekiyordu. Geçen her an aleyhime işliyordu. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olmama rağmen ne yaptığımın da bilincinde olarak arabaya bindiğimde, değnekçi, “iyi geceler abii” diyerek ancak arkamdan bağırabildi. Hay aksi, şimdi bu Taksim trafiğinden kurtulup, boğaz yoluna Gümüşsuyu’ndan mı gitsem acaba? Hayır hayır. Hiç vakit kaybedemem, Gümüşsuyu, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy güzergahında. En doğrusu, Harbiye, Nişantaşı, Fulya, Yıldız üzerinden, Sarıyer’e doğru gitmekti. Bu gün çok şanslı bir günümün, şanslı bir akşamındayım. İlk kez, ne Nişantaşı’ndaki, ne de Maslak’taki ışıklara ne de arapsaçına dönmüş düşünceler trafiğime takıldım. Zaten yaşama dair düşünmeyi kendime yasakladığım andan itibaren, her yaptığım iş yolunda gidiyordu. Yolu zar zor seçebiliyor, önümde araç olduğunu ancak fren lambaları yandığında anlıyor ve frene basacak gücü hala kendimde buluyordum. Sadece yirmi dakikada, Sarıyer sahiline inmiştim bile. İşte şimdi şenlik başlıyor, galiba yetişeceğim.
Tabii ki, buradan Emirgan’a doğru gitmedim. Çünkü o tarafa doğru trafik olur ki, bu benim işime hiç gelmezdi. Çok acelem vardı, yetişmem gerekiyordu. Bu nedenle Kavak’a doğru yola düştüm. Trafikte birkaç aracı hafifçe yoklayarak, yılan gibi kıvrılan sahil yolunda süzülmeye başladım. Oldukça bulanık şekilde gördüğüm kısa görüş alanlı sahil yolunda, bazen yüz yirmi kilometreye kadar çıktığımı sonradan babamdan öğrendim. Gaz-fren, gaz-fren, sanırım epeyce gelmiş olmalıyım ki, bir virajı çok sevdim ama o beni hiç sevmedi. Sevgimi göstermek için dönmekten vazgeçerek, hızımı kesmediğim gibi, beşinci viteste, o anı kaçıracağımı düşünerek tüm sarhoş gücümle gaza yüklendim. Niçin bu kadar oyalanmıştım ki? Geç kalmıştım. Hızlı geldim ve yolum bitmişti.
III.
Bu kaza sonrası hatırladığım ilk olay yine bir araçta geçti. Kamyonet gibi üstü açık bir arabada açtım gözlerimi. Yalnız anlamadığım bir şeyler vardı. Kamyonetin arkasında sadece ben ve beyaz bezle bağlanmış bir sandık duruyordu. Sağıma soluma baktığımda, kamyonetin sürücü bölümünde iki sıra koltuk olmalı ki, şoförle beraber, dört kişinin oturduğunu gördüm. Arkadan olduğu için ilk bakışta, kimler olduğunu fark edemedim. Daha dikkatli baktığımda, o dört kişinin, yıllardır görüşmediğim akrabalarım olduğunu fark ettim ve çok şaşırdım. Hay aksi, ben bunlarla beraber nereye gidiyordum böyle? Yoksa beni yakalamışlar mıydı? Oysa en son hatırladığım olaylar tam da istediğim gibi gelişmişti. Şimdi bunlara nasıl tahammül edebilirdim ki? Neyse kamyonetin arkasında onlardan bağımsız şu beyaza sarılı sandıkla beraber olmanın keyfini çıkartmalıydım.
Biraz daha sağıma soluma bakınmak için döndüğümde, hemen peşimizde birçok aracın bulunduğunu görünce önce trafiğe takılmışız diye düşündüm. Ama en öndeki arabayı kullananın kardeşim olduğunu ve kardeşimin kullandığı arabanın camında bizim gittiğimiz kamyonetin renginin de akrilik yeşil olduğunu fark etmem fazla uzun sürmedi. Sanırım şu beyaz beze sarılı sandığın içinde benim işkembeleri dökülmüş, ay çekirdeği gibi kırılmış kemiklerimle, her tarafı delik deşik olmuş yarı dolu bir çuval gibi, beş para etmez cesedim vardı. Bunları gören ben ise, şu anda o beyaz bezin üstüne çıkmış, küçük kara bir leke gibi duran sinektim.
Aslında hiç sevmezdim ölümle, gömülme süreci arasında geçen hikâyeleri. Bu zamanlarda yaşananlar birbirlerine çok benzer ve insanların gerçek düşüncesini anlamak oldukça zordur. İnsanlar neden genç yaşta vasiyet yazmazlar? Bunun eksikliğini şimdi çok acı hissettim. “Cenaze töreni, mezar istemiyorum, uygun bir şekilde ve kimsesizce yakılmak veya balıklara yem olmak istiyorum” diye yazardım ve bunca insanı bu eziyetten ve sahtekârlıktan kurtarmış olurdum.
İlk sersemliğimi atmaya çalışarak, sinek gözlerimle çevremdeki insanları gözlemeye başladım. Çocukluğumdan beri cenaze törenlerinin en etkileyici kısmının mezarlıktaki gömülme sırası olduğunu düşünmüşümdür. Bu acıklı sahneler karşısında kendime hâkim olamadan ağladığım kişilerden dedem ve anneannem dışındakilerinin kim olduğunu hatırlayamadım. Belki de hiç tanımıyordum. Şimdi ne mutlu bana ki, kendi gömülmemi izleme fırsatı elde ettim. Hem de bir sinek olarak, kimin yanında durmak istersem oraya gidecektim, kimin ne yaptığını görmek istiyorsam ona bakacaktım. Lakin, feodal bir kültürden gelip, kendi cenaze törenini izlemek de çok eziyetli bir şeymiş. Bana ne oluyor böyle? Kendi kendime hem ölü, hem de ölü yakını olup ağıt mı yakacağım, kendime mi ağlayacağım? Kurtulmuş olmayı planladığım duygulardan henüz kurtulamadığım düşüncelerimi hızla kovalayıp bu görsel şenliğin içine katılarak eğlencenin tadını çıkarmalıyım.
Ne kadar çok insan var burada? Ailem, akrabalarım, çocukluk arkadaşlarım, tanıdıklarım, komşular. Hepsi burada. Ama çoğunu tanıyamıyorum. Yetmezmiş gibi, geçmişteki siyasi hareketimden yarışmaya katılan üç kişiyi seçtim bile. Her zamanki numaralarını yapmışlar; zorlaya zorlaya iki erkeğin yanına bir de kadın bularak, güya siyasi sempati kazanmaya çalışıyorlar. Şimdi ben kafamı bunlara taktım ya ne konuştuklarını duymadan rahat edemeyeceğim. Hemen şu cenaze törenleri timinin başında bulunanın burnuna konuvereyim. Hah işte bak, dediğim gibi bizim akrabalardan bir gruba yaklaşmışlar bile; “Halit bizim çok değerli bir arkadaşımızdı. Her ne kadar uzun yıllardır ayrı gözüküyor olsak bile, gönlünün hep bizimle olduğunu biliyorduk. Ki, kendisi de zaman zaman bunu bize dolaylı olarak hissettirmiştir. Daha beş yıl önceydi, bir akşam İstiklal’de karşılaştık, kafasını başka tarafa çevirmediği gibi gülümsediğini bilirim. Yanında arkadaşı olduğu için, durup da konuşamadık şöyle bir ağız tadıyla. Böylesine elim bir kazada kaybettiğimiz yoldaşımız, parti içindeki muhalif kişiliğiyle her daim yolumuzu aydınlatmıştır. Anısı mücadelemizde yaşayacaktır. Bu noktada tabutunun üzerine parti bayrağı konulmaması da eksiklik olmuştur. Ailesinden bu konuda özeleştiri alacağız”, dediği anda burnuna sadece gıdıklama yapan iğnemi sokuverdim. O da önce eliyle bana saldırdı, daha sonra da burnuna kadar gelmiş elinin işaret parmağını burun deliğine saplayıverdi.
Daha fazla tahammül edemeden havalandım ve kimi ziyaret edeceğimi düşünürken, kardeşimi gördüm: Gözlerindeki beni takdir eden sevinç ve yaşadığı dram birbirine karışmış, konuşmaktan ve -isabetli olarak- tahmin ettiği gerçeği ağzından kaçırmaktan çekinen bir hali olduğunu başının üzerinde vızıldarken, imrenmiş gözlerini bana doğru çevirdiği anda iyice gördüm ve yanında fazla kalmayı doğru bulmadım. Çünkü göz göze geldiğimizde bakışlarına yakalanmayı istemiyordum. Tartışılmaz dini ritüellerin yerine, tabutun üzerinde neden beyaz örtü olduğunu şimdi daha iyi anladım.
Kardeşimin hemen yanında kızım vardı. Onu hiç bu kadar vakur, dik ve kendine güvenli görmemiştim. Üniversite sınavlarına girerken bile daha tedirgin bir hali vardı. Gözlerinin içindeki ışıktan, amcasıyla aralarında benim hakkımda konuşmuş olabileceklerini düşündüm. Kendisine hiç dokunmadan şöyle kısa bir tur atıp, oksijen depolamak üzere havalandım.
Geri dönüp de kazılmış kuyuya doğru uçtuğumda, babamın kütük gibi durduğunu, yanında boş çuval gibi yere düşmüş annemi tutmaktan aciz kaldığını gördüm. Ve babamı, incelikten yoksun ama, hayatında hiç kimseye zarar vermemiş saflığıyla, annemi de acı çekmeye her an hazır, kanında dolaşan deli duygularıyla baş başa bırakarak yanlarından ayrıldım. Tam o anda, babamın “koçum, yüz yirmi kilometreyle viraja girilir mi?” diye mırıldandığını da duydum.
Siyasi Abi’nin burnundayken de, aile fertlerimin yanındayken de, acaba burada mı diye düşündüğüm kişiyi ancak görebildim. Dostluğumuzun taş plağı, bir mağluplar mağlubu. Hiç kimseyle karşılaşmak istemediği o kadar belli ki, uzak bir köşede, deli gibi sigara içerek söylendiğini, ağarmış saçlarının arasına daldığımda duydum; “Hayvan herif, hani o güne on iki kasım demeye beraber karar vermiştik. İhanet ettin di mi, dayanamadın, bana da attın çalımını. Eşşeksin olum sen, eşşek.” diyordu, kadim arkadaşım Serhan “Ne eşşeği lan, sineğim, sinek” dedim ama ona vızıltı gibi geldi. Ve nerede olduğunu bildiği defterlere bir an önce ulaşmak ve iz sürmeye başlamak için buradan uzaklaşmanın çaresini aradığı, gözlerinin sık sık yola doğru bakmasından anlaşılıyordu; iyi ki kapıyı kilitlemedim evden çıkarken.
Olay gerçek yaşamda olunca sinek kadar aklımla, yıllardır görüşmediğim yakın akrabalarımı bile tanımakta güçlük çektim. Amcamın, teyzemin, halamın çocuklarından da gelen olmuştu. Yine aynı akraba familyalarından, artık kim olduklarını bile hatırlayamadığım, tanımadığım kişiler vardı yan yana duran. Onları oraya getiren, beni sevmeleri, anneme, babama saygıları değildi. Onları oraya getiren hala yaşıyor olmanın zafer gösterisiydi. Yaşayanın, artık yaşamayan karşısındaki böbürlenmesiydi. O üzüntülü tavırların, sahte gözyaşlarının, açılmış ellerle dua edip yüze sürmelerin, ayrılırken sıraya girip, yakın aileye sabır ve başsağlığı dilemelerin arkasında çoğunlukla yaşıyor olmanın zafer çığlıkları yatar. İşte o zafer çığlıklarını, kulaklarında, burunlarında, alınlarında, ellerinde şimdi çok daha yakından duyabiliyordum. Onlar ise bana yine vurmaya, beni yakalamaya çalışıyorlardı. Gördükleri halde yakalayamayanlar elbette şimdi hiç yakalayamazdı. Akraba ziyaretlerini de bu şekilde tamamlamış oldum. Parçalanmış cesedimi toprağa vermek üzere başka gelenler de olmuştur. Fakat, zaman şahit ki, ben kim olduklarını bilemedim.
Aslında bu gördüklerimde benim için sürpriz hiçbir şey olmadı. İşin doğrusu tüm bu geziyi yaparken görmekten kaçtığım kişiyle karşılaşmaktan korkuyordum. Çünkü sadece ona karşı bir suçluluk duyuyordum. Olabileceğini düşündüğüm kişilerin hemen yanında olduğunu tahmin ediyor fakat, yakınlarından geçerken, gözlerime katarakt çekiyordum. Koca bir fotoğraf içinde, küçük ama çok etkili bir noktayı ısrarla sansürlüyordum. Gözlerine bakabilme cesaretim olsaydı, görebilirdim belki kendisine verdiğim acının büyüklüğünü. Duyabilirdim belki, “bu yaptığın bencillik” fısıldamalarını. Belki birkaç küfür de ediyordur, ama mutlaka gözleri kan çanağıdır. Sümsük bir sinek gibi, onu görmeye cesaret edemeden, edebince son kez bir tur attım bu insancıklar topluluğu üzerinde.
Biraz da adaplı olup cemiyete gireyim diye, annem ve babamın isteği üzerine buraya geldiğini düşündüğüm, çukurun başında duran din görevlisine yaklaşmak istedim. Sanırım bizim dedelerden biriydi. Kadife gibi sesiyle bu dünya ve öte dünya üzerine veciz bir konuşma yapıyordu. Aniden bir yere konma gereği duyarak onun kulağının üstüne acemice çömeliverdim. Bundan sonrasını net hatırlamıyorum. Sadece bizim din görevlisinin “hay Allah, sen de nereden çıktın?” diyerek, elindeki dua okuduğu ciltli kitaptan ayrılan parmaklarını tepeme inmek üzereyken gördüm, havalanmak için çok geç kaldığımı anlayabildim, son kez. Sonuçta koca bir at sineği değildim, küçük ve çaylak bir kara sinektim. Oysa bir teşekkür konuşması bile yapacaktım bu olay başıma gelmeseydi. Lakin, yine geç kaldım, beşinci kürek toprakla beraber kavuştum sadık yâre. Hadi hadi siz de iyisiniz, bir vakitle iki can gömüp, kaldığınız yerden devam ediniz.
Cenazemi kaldırmak üzere gelen din görevlisinden yediğim tokatla toprağa gömülürken, aslında insan olarak ne kadar uzun yaşadığımı da anlamış oldum. Yeni yaşamım maalesef dünya gözüyle bir cenaze töreni izlemeye bile yetmedi.
Bunca şikeye, bel altından vurulmaya rağmen tam da bir-sıfır aldığım maçı, son dakikada yediğim şansız bir golle berabere bitirmenin hüznüyle huzurlarınızdan ayrılıyorum efendim.
2011
Bir solukta okudum. Çok iyi.