Kemal Bey elinde davetiyesiyle beni ziyaret ettiğinde, yıllar sonra bir düğüne gideceğimi hiç düşünmemiştim. Uzun bir süredir çok yakınlarımın düğünlerine gitmediğim yetmezmiş gibi, sonrasında bile, ne ziyaret ederek, ne de arayarak kutlamıştım evlenenleri. Bu nedenle kimlerin evli olup olmadığını bilmediğim gibi, bildiklerimi de, aklımda tutma ihtiyacı dahi duymuyordum. Tesadüf eseri, karşılaşmalarda eski tanıdıklarımdan bazılarının evlenmiş olduğunu hatta çocukları bile olduğunu öğrendiğimde, “aaa sen evlendin mi, sanırım hanımefendi de eşin, ne gereği vardı neden böyle bir saçmalık yaptınız ki?” gibi moral bozucu şeyler söylemekten de kaçınmam. Hele çocukları da olduysa, peşinden “yazık değil mi bu çocuğa, dünyaya getirerek ona kötülük yapmışsınız” diye eklerim hiç çekinmeden.
Büromun mülk sahibi Kemal Bey, bu düşüncede olduğumu bilmediğinden, elinde davetiye olduğu halde bana geldiğinde, önce davetiyenin benimle bir alakası olabileceğini düşünmedim. Daha doğrusu böyle durumlarda kasıtlı olarak düşünmem. Çünkü düşünceler bulaşıcıdır, önce kendisini yapıştırıp ardından eylemini de getirir diye bir inancım olduğunu inkâr edecek değilim elbet. Lakin Kemal Bey selam verdikten sonra elindeki kabartmalı yazılarla, papirüs görüntüsündeki kocaman davetiyeyi uzatıp, “Galip Bey, kızımızın düğünü var, gelirseniz seviniriz” dediğinde bunun bir düğün davetiyesi olduğunu anlamama rağmen, düğüne gidebileceğim düşüncesinin kıvılcımları dahi hâlâ oluşmadı bende. Geçmişte de, bu tür teşebbüsler olursa, daha davet sahibi yanımdan ayrılır ayrılmaz, davetiyeyi top, çöp sepetini pota yapardım. Kemal Bey’in davetiyesini top yapmamamın sebebi ise düğüne gidebileceğim düşüncesi değildi. Birincisi, davetiyenin top şekline getirilmeyecek kadar sert olan kâğıdının köşelerinin elime batması ve ikincisi, böyle zarfın içine nasıl bir kâğıt koyduklarını sırf kâğıt teknolojisinin geldiği noktayı merak etmemdi.
Zarfın içinden çıkan kâğıdın kalitesi ve davetiyenin hazırlanışındaki profesyonelliğe girmeyeceğim, ama gayri ihtiyari düğünün yapılacağı yerin saraydan bozma bir sosyete mekanı olduğunu okuduktan sonra, Kemal Bey’in dünyalıklarıyla ilgili kısa bir açıklama yapmakta fayda var diye düşünüyorum.
Kemal Bey “Hicri binüçyüzaltmışüç” doğumlu, işçi emeklisi, babadan kalma bir ev ve benim bulunduğum büroyla birlikte, bir eş, iki kız ve evli bir erkek çocuğun esas sahibi sanırdı kendisini. Oysa gerçekte, “Ailereisikemalbey” olmasının dışında, sahibi sandıkları üzerinde en küçük bir söz hakkı, söz konusu bile değildi. Diğer kızının, medeni durumuyla ilgili bir bilgim olmadığı gibi, davetiyesini getirdiği kızının evleneceğini bir önceki ay kirayı alırken, “hayırlısıyla biz de kızın düğün hazırlıklarını yapıyoruz” dediğinde mecburen öğrenmiş olmuştum, zira o gün için bende en küçük bir etki yaratmamıştı. İşte bu koşullarda hasbelkader açtığım davetiyenin içindeki yazılardan, Kemal Bey’lerin kızının düğününü bir sarayda yapacağını öğrenmiş oluyorum.
Merak ettiğimden değil tabii, ama sosyo-ekonomik açıdan Kemalbeyleri toplum fotoğrafında koyduğum yerde yanıldığım kaygısıyla, bunu doğrulama isteğim oluşuverdi bir anda. Kafamdaki taşlar yerinden oynamış, muazzam bir yanlışı yaparken kendimi suçüstü yakalamış gibi hissediyordum. Düş filmim, en heyecanlı yerinde, tam ortasından kopuvermişti birden bire. Bir an önce gerçeği öğrenip, düş dünyamdaki kurguma kaldığım yerden devam etmek için ne gerekiyorsa yapmam gerekiyordu. Maazallah, ben Kemalbeyleri ‘Beyaz Parti’nin verdiği kömür torbaları, Kırmızı Parti’nin verdiği kömür torbalarından yarım kilo daha fazla oluyor, oyumuzu o nedenle ona vereceğiz’ gibi ince ve hassas hesap yapanlar bölümünde düşünürken, ‘Ümmet Bey Şehr-i Reis olursa, Cemile Sultan Korusu Tesisleri’ne beş yıl ücretsiz gireceğiz’ gibi kaba hesap yapanlar grubundan çıkarlarsa, ne yaparım? Tüm hesaplarım alt-üst olup, toplum çözümlemem yerlerde sürünür bu koşullarda. İşte bu nedenle, esrarengiz davetiyenin içini okumam tarihsel bir zorunluluk olmuştu.
Yeni vereceğim kiranın tarihini, biraz kendimi zorlayarak, biraz da düğün tarihinin önüne çekerek, Kemal Bey’i ziyaret etmeye karar verdim. Telefon ederek, kirayı vermek istediğimi söylediğimde önce biraz şaşırsa da, daha sonra her zaman yaptığı gibi, evlerinin yakınındaki, çayhanenin önündeki çınar ağacının altındaki masada çayımı içerken geldi yanıma. Kahveciye bir çay daha söyledikten sonra, Kemal Bey’e düğün hazırlıklarının nasıl gittiği, her şeyin yolunda olup olmadığı, damadın ne işle uğraştığı gibi genel sorular sorarak, direkt konuya da giriş yapmış oldum. Her fani gibi Kemal Bey’in de paraya karşı olan zafiyetini bildiğimden, kirayı da bilinçli olarak hemen vermeyerek, bana baştan savma cevaplar vermesini sinsice engelledim. Kemal Bey önce biraz yuvarlak cevaplar verdikten sonra, benim davetiyeyi gördüğümü düşünerek, biraz da bana güvenmesi ve hakkında kötü düşünülmesi endişesini de taşıması nedeniyle, yavaş yavaş sahaya inmeye başladı. Bir çay içimi karşılıklı yoklamalardan sonra, ikinci çayla beraber sazı eline alan Kemal Bey aslında öylesine dolmuş ki, yaralarını deşecek ve boşalacak birini arıyormuş.
Kemal Bey: “Biz hayatımız boyunca, aza kanaat ederdik, zenginliğin parayla pulla değil gönülle olduğuna inanırdık. Zamanla güya modernleştik, çağa ayak uydurduk. Televizyonlardaki diziler ve magazin programlarını da izlemeye başladık. Hacı Anne (eşiyle Hacca gittiği için, ondan böyle bahsederdi) başta olmak üzere kızlara bir hal olmaya başladı. Kendilerini ait olmadığı hayatların bir parçalarıymış gibi görmeye başladılar. İşte bunun üzerine, kızın evlenme işi çıkıp da, dünürümüz hanım da bizimkilerle bir olunca, iş çığırından çıktı Galip Bey evladım. İşin doğrusu, bizim kızın damadı nasıl tanıdığını ve birbirlerini ne kadar tanıyıp tanımadıklarını dahi bilmiyorum. Çünkü her şey gösterişli bir düğün üzerine planlanmış durumda. Gerisinde ne olduğunu anlatan kimse yoktu bana. İşin kötüsü de, ne bizim bunun altından kalkacak bir durumumuz var ne da damadın. Onların da, bizim de üstümüzden yorgan uçtuğu için, nerelerimizin açıkta kaldığını anlayacak durumumuz da yok, üstümüzü kapatıp bizi bu kâbustan uyandıracak kimse de yok. Belki inanmayacaksın ama, olayın tamamı o gördüğün davetiye nedeniyle başladı. Daha ortada, hiçbir düğün hazırlığı falan, hatta evlenecek kimse bile yokken, bizim hanımla kızın eline bir yerlerden bir davetiye geçti. Kim bilir hangi artistin, hangi zenginin davetiyesiydi. Bizimkiler tutturdu, bu davetiyeden biz de kullanacağız. ‘Ucuzunu yapsak beş yüz tanesi beş yüz lira olur, bu da olsun olsun, bin lira olsun’ dediler. İşte bizim kızla, damat olacak herifin tanışması ve yangından mal kaçırır gibi evlenmeye karar vermesi tam da bu döneme rast geldi. Daha bunlar doğru dürüst tanışmadan, örnek düğün davetiyesi elden ele dolaşmaya başladı bile. Ben bu olanlardan oldukça rahatsız, bu davetiyeyi bastıracak parayı nereden bulacaklar diye, davetiyeyi evden gizlice alıp, davetiyecilerin yolunu tuttum. Birinci uğradığım dükkân, o davetiyeyi yapamayacağını söyledi, ikinci uğradığım da dudağımı uçuklatan bir fiyat söyledi. Üçüncü uğradığım dükkân sahibi, o davetiyeyi basan tek bir yer olduğunu, en ucuz orada yaptırabileceğimi söyledi. Adresini alarak gittim ve dediği gibi de çıktı ama, sadece ikinci gittiğim dükkâna göre ucuzdu. Beş yüz davetiye için üç bin lira hesap çıkardı. Ben adama, daha uygun bir fiyat olup olamayacağını söylediğimde adamın, bana söylediği söz beynime bıçak gibi saplandı; ‘saraylarda düğün yapıp paraları yollara serpersiniz de, davetiye için üç bin lirayı çok görürsünüz.’ Tabii ki adama, sarayda düğün yapacağımızı da nereden çıkardın diyemedim. Artık anlamıştım ki, bizimkiler bu düğünde davetiyeyi bu şekilde basmakla yetinmeyecekler, her şeyde buna uygun davranmak isteyecekler. Tamam, belki mahalledeki düğün salonunda da yapmak istemeyeceklerdi ama böyle bir yerde yapmak isteyeceklerini de tahayyül bile etmedim. Çünkü bunun altından kalkmanın mümkünatı yoktu.”
“Öyle deme Galip evladım (aslında ben bir şey demedim, sadece bön bön bakıyordum, patlak gözlerimle), kına gecesi, düğün arabası ve süslenmesi, ailenin giyeceği, onca kıyafet gibi görünen şeyler bir yana, çocuklar için zarflara konacak paranın renkleri bile değişik olmak zorunda kalıyormuş. Neyse efendim gelelim tekrar konuya; ben davetiyeciyle yüzleştikten sonra, artık davetiyenin pahalı olmasından çoktan vaz geçtim. Apar topar eve geldim ve soruları sıralamayı başladım; düğünü nerede yapmayı düşünüyorsunuz? Aile bireyleri olarak düğünde neler takacağız? Düğünde ne giyeceğiz? Düğün arabası nasıl bir şey olacak? Gibi o davetiyenin içinde çıkabilecek her şeyi sormaya başladım. Bizimkiler başta kem küm ettiler ama, sonunda birazını düşündükleri birazını da henüz düşünmek istemeyerek erteledikleri gerçekleriyle yüzleştirmeye başladılar beni. Ama şunu anlamıştım ki, bu davetiyenin getireceği diğer zorunlulukların önemli bir kısmını onlar benden çok önce düşünmüşlerdi. Yani başımıza nasıl bir felaket geleceğini biliyorlardı ve bu oyuna devam ediyorlardı. Zaten Hacı Anne’nin, ‘davetiye örneğini komşulara, yakın hısım akrabaya gösterdik, artık bu işin dönüşü yok’. Bunun üzerine bu giderlerinin daha fazlasının, dünürler tarafından yapılacağını ve onların başlarına geleceklerden haberleri olup olmadığını sordum ve şu yanıtı aldım; ‘damadın babası, düğün için 67 model ve sadece düğünler için hazırlanmış bir Chevrolet’i kiralamak ve davetiyede yazan o mekanı, limitli içkili ve yemekli olarak kiralamak için, evini ipotek ettirerek bankaya kredi başvurusu yapmış. Düğünde bu paranın çok daha fazlasının geleceğini ve para bile kazanacaklarını düşünüyormuş. Yani Galip Bey evladım, benim dışımda her iki ailede müteşebbisliğin had safhada olduğunu o gün öğrendim. Velhasıl, onlar bir taraftan biz bir taraftan, borca harca girerek, satıp savarak, her şeyimizle şu düğünü sağ salim yapıp alnımızın akıyla çıkmak istiyoruz.”
Dediği anda, beynimde çakan şimşekler, Kemal Bey’in alnındaki kırışıklıklara bile bakmaya fırsat vermedi. Ailenin diğer fertlerinin düşündüğü ama henüz Kemal Bey’in düşünmediği (düşünseydi eğer bunu bir davetiye sahibine ambulans çağırmadan söylemezdi) şeyle yüzleştim o an; bu düğüne gidenlerin de, onlardan farkı olmayacak. Kıyafetten gidilecek araca kadar, otoparkçısından, vestiyerine, menüye dahil 10 cc. rakının biraz daha fazlasını içme hesaplarına kadar, garsonuna verilecek bahşişine kadar ve tabii ki takılacak takıya kadar, bu beş yüz davetiyenin ulaştığı her ailede depremler oluyordur şimdi. Ve ben o ocak söndüren davetiyelerden birinin sahibi olduğum yetmezmiş gibi, bir de evlenecek kızın babasıyla bu kadar işin içine girmiş bulunmaktayım diye düşünürken, Kemal Bey “bana müsaade” artık dediğinde, henüz kirayı vermediğimi hatırladım. Bunca rakamlar içinde, komik kalan kira zarfını Kemal Bey’e uzattım ve maskemi takarak “Allah utandırmasın” diyebildim ancak.
İçinde gelecek ayın kirasının bulunduğu on kuruşluk diplomat zarfı alıp, ikiye katlayıp ceketinin iç cebine koyarak teşekkür eden Kemal Bey yanımdan uzaklaşır uzaklaşmaz, onun boşalttığı yere kahvenin sahibi geldi; “kirayı bu ay erken getirdin, Kemal Bey mi istedi?” dedi. “Hayır, neden istesin ki” dedim isteksizce. Kahveci devam etti, “neden olacak dedi, tüm mahallenin ocağına incir ağacı diktiler. Başlarda kimse fark etmedi ve herkes, acaba kendisine de davetiye gelecek mi, diye merak içindeyken, davetiyeler geldikten sonra düşünmeye başladılar; bu davetiyeyi alıp, gitmemek olmaz, gidince de raconun lüzumunu yapmamak hiç olmaz. Şimdi tüm mahalleli, giyecek, araba ve takı peşine düştü. Artık durum o raddeye geldi ki, mahalleli, “düğün günü bir yakınımız ölse de gitmekten kurtulsak” hesapları yapmaya bile başladılar. Ne olaylar oluyor bir bilsen! İşin garibi, garibanın düğününde takacakları elli lirayı düşünenler, şimdi kimin ne takacağını önceden öğrenip, ondan fazlasını takma yarışına girmiş durumdalar. Herkes, oradaki gösteriyi kaçırmamaktan başka bir şey düşünmüyor. Bir an kahveciyi kader ortağım gibi düşünüp, peki siz ne takacaksınız diye pişkince sorduğumda, kahveci de hınzırca gülümsedi. “Bizim hatun geçen yıl, mahalleli kadınların yaptığı altın gününde, Kemal Bey’in hanımıyla biraz atışmış, o nedenle araları yokmuş. Bize davetiye göndermediler diye hatun kudurdu ama, benim keyfime diyecek yok” dedi ve otuz iki dişini birden gösterdi kahveci. İşte o an, Hacı Anneciğim’in içindeki hoşgörünün birden bire kabarıp, son anda kahvecilere de davetiye göndermesi için dileklerde bulundum.
Bu mahallede düğün gününe kadar neler yaşanır bilemiyorum artık, çünkü başım hiç yok yere tam bir belaya girmişti. Yıllardır çok yakınlarımın bile düğünlerine gitmezken, her ay kira verdiğim birisinin düğününe gitmekle karşı karşıyayım, biiiir. Bu düğün benim yaşam felsefemin tam zıddı bir şekilde yapılacak, ikii. Hiç hesabımda yokken, böyle bir düğünde takı takmak mecburiyetindeyim, üüüç. Ve tüm bu olaylar boyunca, maskeler çıkartıp, takacağım, dööört… Artık düşünme zamanıydı; bu gelişmeler üzerine düğüne gitmemek için, ya düğün günü bir yerimi kırıp hastaneye yatmam gerekiyor ya da bu işi en az hasarla nasıl atlatırım onun çarelerini bulmam gerekiyor. Tabii düğüne gitmeye karar vermem de tek başına yetmiyor. Mekanın ve sosyetenin düzeni sağlamak için, eşleri birbirlerinin polisi yapma uygulaması icabı, davetiyenin altındaki şu notu da dikkate almak gerekiyor; “damsız gelmeyeniz, lütfen cevap veriniz.”
Yıllardır uygun kirayla kaldığım ve işlerimi henüz düzene soktuğum bu dönemi bitirmemek için biraz da mecburen düğüne gitmeye karar verdim ve kendimi hedefe kilitlenmiş bir eylemci gibi düşünerek yapacaklarımı hızla tamamlamaya koyuldum. Bu olan bitenleri tüm şirinlik oyunlarımı oynayarak anlatıp da, bana eşlik edecek eylemci yoldaşımı ikna etmem ve saraya lcv yapmam bile iki günümü aldı. Düğün gününde eylem arkadaşımla buluşma noktasına gittiğimde, randevuya beş dakika geç gelmek bence ihanet sebebi olmasına rağmen, bir saat beklediğim halde haksız duruma düşmeme, eylem arkadaşımın “sen böyle bir düğüne gitmeyi pazara alışverişe gitmek mi zannediyorsun? Böyle bir düğüne sandıktaki elbisemle ve kendi tarağımdan çıkmış saçımla mı gidileceğini zannediyorsun? Bütün bir gün uygun elbise, ayakkabı, çanta peşinde koşturmam yetmiyormuş gibi, iki saatte kuaförde başka bir gelinin ve yedi sülalesinin saçı yapıldığı için beklemek zorunda kaldım. Bunları düşünmediğin gibi, bir de geciktiğim için hesap sormaya kalkıyorsun” sözleri neden oldu. Bu defa da benim aklıma gelmeyen yeni bir masraf halkasıyla yüzleşmem gerekmişti. Sırf beni kırmamak adına hiç tanımadığı Kemal Beyler’in düğünü için bana duyurmadan bu kadar zamanını harcamış ve masraf yapmıştı. Ah davetiye, ahhh…
Oysa ben sadece, aracımızı sarayın otoparkına bırakmadan, uzakta bir yere bırakıp saraya yürüyerek gitmenin sorun olacağını düşünüyordum. Düğün eşim haklı olarak, bu kıyafetiyle uzun yürüyemeyeceğini söyleyecekti. Ben de arabamızın saray otoparkında iki saatliğine çeyrek depo benzin değeri otopark parası vermek istemediğimi söyleyecektim. Şimdi ise, ona iyice borçlanmıştım ve böyle bir girişimde dahi bulunamayacağımdan, tıpış tıpış sarayın otoparkına doğru ilerledik. Giriş yapılacak yere geldiğimizde, otoparka doğru hatırı sayılır model model araçların giriş yapmak için sıraya girdiklerini görüp dikkat çekmeyen arabamızla peşlerine takıldık. Aracımızı park yerine bırakıp, on dokuzuncu yüzyıl sarayında, son derece hassas kameraların kontrolünde x-raylı kapılardan suç aletimizi yakalatmadan geçmenin muzaffer eylemcileri olarak, düğünün yapılacağı salona geçtik.
Bu öykünün yazarı olarak, ezik bir edebiyatçı gibi başa gelen çekilir, anlayışıyla davranmayacağım. Yazarlık ve kahramanlığın bir arada yürüyebileceğini gösterip, öykümün eylemcisi olarak, iş ortağımla beraber, olayların devamını sıcağı sıcağına yazmaya devam etmeyi uygun bulduğumu belirtmek isterim.
Salon girişine yerleştirilmiş göz kamaştırıcı yüksek voltajlı spot lambalar ve kameralar sayesinde kör bir film yıldızı olarak içeri giren herkes gibi biz de maskemizi takıp, etrafı izlemeye başladık. Hiç kimse kendisini görmüyor ve hiç kimse başkasının gözünün içine bakmaya cesaret edemiyordu. Herkesin gözü dışarıdaydı; kim nasıl giyinmiş, kim nasıl takmış-takıştırmış, kim kimlerle beraber oturuyor, kim tüm polisiye tedbirlere rağmen kime yan gözle bakıyor, kim kimin yaptığını taklit ediyor, kim yemeğini nasıl yiyor, doymadığı için yeniden yemek almak için ne tür oyunlar oynuyor gibi insanlık harici her türlü görüntüyü kaydetmek mümkündü. İşte bu koşullarda, aldığımız eylem kararı gereği, elimizdeki davetiyenin hakkı olan her türlü yiyecek ve içecek hakkımızı sonuna kadar alacağız. Fakat, pusuya düşürülüp, sonradan hesap ödemekle karşı karşıya kalacağımız hiçbir siparişimiz olmayacak. Şeflerin sipariş alırken, çeşitli kelime oyunlarıyla ekstra satmaya çalışmasına karşı uyanıklığımız gösterip, masamızı en iyi şekilde donattırdık. Hem eylemimize aksiyon olsun diye, hem de son vuruşu rahat yapabilmek adına, ikram içeceklerimizden kırmızı şarabı limitimizin son yudumlarına kadar içtik. Düğün dansından hemen sonra karambole getirip, kendi dansımızı yaptık ve sıranın takı törenine geldiği anonsunu duyduğumuzda, küçük bir heyecan geçirdik. Çünkü işin sonunda, annemden ödünç aldığım eski tarihli kocaman cumhuriyet altınını gerçekten takmak zorunda kalmak, av olmaktan kurtulamamak vardı.
Artık ok yaydan çıkmıştı. Takı takanları seyretme heveslilerinin ilk gardının düşmesiyle, sonlara kalanların sakinliği ortasındaki bir ara zamanda sıraya girdik. Sıranın bize yaklaştığını fark edince, kırmızı kurdeleli sarı çengel iğneye takılmış, sapsarı altını cebimden çıkardım ve kameranın hareketlerini takiben görüş alanına getirmeye çalıştım. En az birinde kamera elimde tam bir altının olduğunu fark etmiş olması gerekiyordu. Eylemimizin en önemli evresine gelmiş bulunuyorduk. Önümüzdeki çiftten sonra, geline doğru yaklaşıp altını önce son kez gösterip sonra da, düğün eşimin de perdelemesiyle takılı altınlara çarpıp sesler çıkartarak, elimdeki altını gömlek cebime hızla bırakmam ve ceketimin önünü ilikler gibi birleştirip poz vermem saniyeden çok daha kısa bir zamanda son buldu. Poz verirken, gözlerimiz bize yönelmiş dikkatli bakışların olup olmadığında ve oradan uzaklaşacağımız boş alanın ne tarafta olduğuna doğru hızla kaydı. Bu olaylar o kadar çok hızlı olmuş ve biz durumumuzu anlamak için o kadar çok uzun süre kalmış olmalıydık ki, bizden sonraki çiftin, nazik bakışlarıyla, önce takı alanının terk ettik. Sonra da Kemal Bey ve Hacı Anne’nin yanına giderek, tekrar “hayırlı olsun” dileklerimizi sunup, olay mahallini hızla terk etmemiz sanırım ancak iki dakika sürmüştür.
İşte bir düğüne daha bu koşullarda katılmış, eylemimizi başarıyla sonuçlandırmış ve hücre evimize doğru hızla yol alarak, perdeyi kapatmıştık.
Şimdi gelelim bu düğünün esas kızı ve esas oğluna. Bunlar arasında yaşanan ilişkinin boyutunun ne olduğu, birbirlerine duydukları sevginin, aşkın ne derecede olduğu düğün öncesinde de, düğünde ve düğün sonrasında da hiç bilinmedi. Tek bildiğim, olaydan aylar sonra yine kirayı vermek için gittiğim kahvede, Hacı Anne’nin insafa gelmeyerek davetiye göndermediği kahvecinin, bana söylediği bir cümle var; “senin Kemal Bey’in kızı evlendiği gece, gerdeğe bile girmediği kocasıyla, düğün için toplanan altınlardan iki tanesinin kamera kayıtlarındaki sayıya göre eksik çıktığını söyleyip, büyük bir kavga çıkarmış. Daha sonra, anneler babalar araya girerek, düğün gerginliği falan diyerek durumu kurtarmışlar, haberin olsun. Söyleyenlerin yalancısıyım, damadın bazı sorunlarından dolayı da gerdek işi hala beklemedeymiş” diyerek, tekrar otuz iki dişini gösterdiğinde bana, hafiften bir suçluluk duygusuyla birlikte, kahvecinin sigara ve çay sarısı otuz iki dişini karnına gönderme isteğim olmadı desem yalan olur. İkinci eylemciyi de merak etmedim desem yine yalan olur.
2010